İnanç Uysal

İnanç Uysal

Kaç karın var!

Beyaz Saray’daki o an, diplomasi tarihinin kısa ama çarpıcı bir özeti gibiydi. Suriye Cumhurbaşkanı ilk kez Washington’da ağırlanırken Donald Trump, parfüm hediyesini uzatıp gülümseyerek sordu: “Kaç karın var?” Şara da hediyesini sunarken aynı tonda karşılık verdi: “Ya senin kaç karın var?” Özellikle Trump’ın soruya verdiği cevap ise çok şey anlatıyordu ‘şimdilik bir’. İlk soruyu soran Trump kültürel ve dini bir gönderme yapıyordu. Şara buna karşılık Trump’ın göndermesinden duyduğu rahatsızlığa karşı bir salvo yaptı belki de. Ama yine aynı yerden aynı konuda bir gönderme. Trump ise alınmış görünmüyordu.

Bir anlık gülüşme, birkaç saniyelik sessizlik… Ardından protokol kaldığı yerden sürdü. Oysa o cümleler, modern diplomasinin arka planında hâlâ taş devrinden kalma bir zihniyetin dolaştığını gösteriyordu. Bu, iki devlet adamı arasında geçen bir diyalog değildi yalnızca; erkek egemen dünyanın kendi diliyle konuşan iki yüzüydü.

Diplomasinin tarihi, erkek egemenliğin tarihiyle iç içedir. Kraldan başkana, sultandan generallere kadar bütün iktidar biçimleri, gücü erkeklik üzerinden tanımladı. “Kaç karın var?” sorusu bu nedenle bir mizah değil, bir güç metaforudur. Kadın, burada bir insan değil; statü göstergesidir. Gücün, servetin ve itibarın ölçüsüdür.

Yazının Devamı

‘Vatan Sağolsun’

Önce bir içi yanar her duyanın, sonra tek tek isimlere kulak kesilir aileler, orada olduğunu bildiği evladının da adını duymamak ümidi ile… Duymazsa da rahat etmez yüreği kimsenin, Kendi evladının adı yoksa da bir başka ocağa düşen ateşi hisseder yüreğinde

“İsimleri sayıya dönüşmeden…” Dün, bir sayı duyduk: 20. Âdeta bir liste hâlinde, hafızalarda “20 şehit” diye geçecek. Ancak sayının ardında 20 hayat, 20 umut, 20 geçmiş ve geride bırakılmış 20 gelecek vardı. Milli Savunma Bakanlığı’nın duyurusuyla öğrendik: Azerbaycan’dan dönüş yolundaki C‑130 Hercules tipi askeri kargo uçağımızın, ülkemize gelmek üzereyken Gürcistan-Azerbaycan sınırında düşmesi sonucu 20 vatan evladı şehit oldu. O 20 kişiden biri de, memleketim Gümüşhacıköy’ün Çetmi Köyü’nden, Ümit Kaplan’ın evladı Hamdi Armağan Kaplan. Kendi toprağınızdan birinin o listedeki ismini görünce; yalnızca bir sayı değil, bir yüz ve ad hissediyorsunuz.

Her şehidimiz için aynı acı, aynı gözyaşı… Ama bazen, “bizim” köyümüzden olan biriyle karşılaşınca sayılar kitapçığından çıkıp yüreğe çarpıyor. Hamdi Armağan, orada listede bir sıra işgal ediyor; ama o bir “sıra” değildi – bir insandı, bir evlat, bir vatan sevdalısı. Üstelik bizim köyümüzden. Ve işte tam da bu yüzden, bu yazıda onu bir azıcık öne çıkarıyorum. Çünkü “sayılara hapsolmuş isimler” hâline gelmesinler isterim. Çünkü Hamdi Armağan da, diğer silah arkadaşları da, “20 şehit” diye geçip gidecek bir başlık değil; her biri bir “kimlik”, bir “hikâye” demek. Ve bu kimlik, bu hikâye, sayının ardında kaybolmamalı.

Yazının Devamı

Ortadoğululaştıramadıklarımızdan mısınız?

Suudi Arabistan Veliaht Prensi Selman’ın 2018’deki “Yeni Avrupa, Ortadoğu olacak” sözü bugün yeniden anlam kazanıyor. Türkiye’de Meclis’te tartışılan “toplumsal uzlaşı” ve anayasal yenilenme girişimleriyle birlikte, bölge bir kez daha sessiz bir dönüşümün eşiğinde: Barış artık bir ideal değil, bir strateji.

2018’de Riyad’da yankılanan bir cümle vardı: “Yeni Avrupa, Ortadoğu olacak.” Muhammed Bin Selman’ın ağzından çıkan bu söz, yalnızca bir modernleşme vaadi değil, aynı zamanda bir yeniden doğuş iddiasıydı. Suudi Arabistan’ı, hatta bütün bölgeyi, eski dogmaların küllerinden çıkaracak bir “yenilenme” çağrısıydı bu. Ancak her yenilenme iddiası gibi, onun da içinde bir unutuş arzusu gizliydi: geçmişin çatışmalarını, eşitsizliklerini, bastırılmış kimliklerini görünmez kılma arzusu.

Bu çağrı, bugün Türkiye’de yeniden şekillenen siyasal iklimle tuhaf biçimde benzeşiyor. Meclis’te görüşülen yeni “toplumsal uzlaşı” ve “anayasal yenilenme” arayışları, bir dönemin “barış ve kardeşlik” söylemini kurumsal bir zeminde yeniden üretme çabası gibi okunabilir. Yine aynı inanç: kimlikler arasındaki gerilimin yerini diyalog alacak, yeni bir toplumsal sözleşme bölgeye istikrar getirecek. Ancak tıpkı Selman’ın yenilenme projesinde olduğu gibi, bu girişim de halkın katıldığı bir dönüşümden çok, yukarıdan biçimlenen bir normalleşme tahayyülünü taşıyor.

Yazının Devamı

“Erdoğan giderse kim gelir?” değişim talebi mi kabulleniş mi?

Bir ülke bazen bir kişiden çok, o kişiyi konuşmaya alışır. Sonra da fark etmeden, o alışkanlığı “siyaset” zanneder.

Bugün “Erdoğan sonrası kim olur?” sorusu etrafında dönen tartışmalar tam da böyle bir alışkanlığın ürünüdür. İktidar medyası da muhalif medya da aynı noktada buluşuyor: Erdoğan sonrasını konuşarak, Erdoğan’ın kurduğu sistemi konuşmaktan kaçınıyor.

Peki bu sadece bir gündem yanılgısı mı, yoksa daha derin bir kabulleniş mi?

Yazının Devamı

Pardon bu gün değilmiş!

Bugün gazetelere bir bomba düştü: Engin Özkoç tarafından yapılan açıklamaya göre, Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) mensuplarının kapalı bir oturumda “Türkiye’yi 24 eyalete bölmek istiyoruz” dedikleri ileri sürülmüş. Kapalı oturumda yapılan bu konuşmanın metni henüz resmi olarak yayımlanmasa da, Özkoç’un o toplantıda aktardığı ifade şöyle: “Biz Türkiye’nin 25 eyalete bölünmesini istiyoruz… Her eyaletin yer altı zenginliği kendisine ait olmalı… Eyaletlerin özerklik hakkı saklı olmalı…” gibi cümleler yer alıyor.

Hal böyleyken, bir yandan da konuşmanın tarihine dikkat çekmek gerekiyor: aslında bu iddianın kökü 2014’e, hatta daha da geriye 2011’e dayanıyor. Ama bugün sanki yepyeni bir gündemmiş gibi geliyor kulağımıza. Ve ne tuhaf: tam bu günlerde, yani bugün, muhatap olarak Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik “Çözüm Süreci'ni yeniden yürüteceğiz” vaadi veren bir yazı kaleme alınmış durumda. Burada, sanki Özkoç’u doğrudan kaynak olarak koymuş bir gazete köşesinde kaleme alınmış: “Muhatap HDP, gelin Türkiye’yi 24 eyalete bölerek sorunu çözelim” tarzı bir söylem. Ve bir kez daha, tarihin tozlu raflarından çıkarılmış bu “eyalet planı” şimdi yeniden servis ediliyor.

Ne var ki, doğruluk payına bakıldığında önemli hususlar var: Bilgi doğrulama platformları, “Türkiye’nin 25 eyalete bölünmesi fikrinin Özkoç’a ait olmadığı; o videoda Özkoç’un aslında o kapalı oturumda bir BDP grup başkanvekilinin sözlerini aktardığını söylediğini” belirtiyor. Yani, bugün manşetlerde olduğu şekilde “Özkoç dedi ki, biz 25 eyalete bölüneceğiz” gibi bir direkt beyan söz konusu değil. Ama işte, siyaset limbolarında her zaman “aktardım”, “dedi ki” gibi söylemler içinde eviriliyor.

Yazının Devamı

İrlanda mı, Türkiye mi? Çözümün adresi başkalarının tarihi olamaz

Sürekli örnek gösterilen “İrlanda modeli”, Türkiye’nin kendi gerçekliğini açıklamaya yetmez. Çünkü orada bir sömürge vardı, burada ise ortak bir vatan var. İrlanda’ya gitmek, çözümü ithal etmek değildir; ama çözümün ithali, meseleyi kökünden anlamamaktır.

Bir ülke, kendi tarihini unutmaya başladığında, başka ülkelerin hikâyelerini model olarak seçer. Bugün yeniden gündeme getirilen “barış ve kardeşlik süreci” tartışmalarında, “İrlanda modeli”ne öykünme tam da bu unutkanlığın ürünü. Bir komisyon oluşturulacak, bir heyet İrlanda’ya gidecek, orada barış süreci nasıl yürütülmüş, ne öğrenilebilir, buna bakılacak deniyor.

Ama sormak gerek: Üç günlük bir İrlanda gezisinde hangi tarih okunabilir? Yüzyıllarca süren bir sömürge geçmişinden “model” çıkarılır mı? Dahası, Türkiye’nin kendi tecrübesini dışarıdan bir reçeteye mi çevireceğiz?

Yazının Devamı

Erhan Usta: “Bu alçak süreçte haksızlık Türk milletine yapılıyor, bütçe ise faiz bütçesi hâline geldi”

İYİ Parti Samsun Milletvekili Erhan Usta, geçtiğimiz günlerde TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda yaptığı konuşmayla gündeme oturdu. Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş’a yönelttiği sert sözler, hem iktidar hem de muhalefet cephesinde yankı buldu. Kurtulmuş’un açıklamalarıyla başlayan tartışma, kısa sürede siyasetin ana gündemlerinden biri hâline geldi. Biz de Erhan Usta ile hem o konuşmanın perde arkasını hem de Türkiye ekonomisine ilişkin değerlendirmelerini konuştuk. Usta, “Ne söylediysem arkasındayım.” diyor ve sorularımıza içtenlikle yanıt veriyor.

“Muhalefetin görevi iktidarı eleştirmektir; sahte muhalifleri millet tanıyor”

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda yaşanan tartışmalar, Usta’nın sadece ekonomik eleştirileriyle değil, “ihanet süreci” olarak tanımladığı çıkışıyla da dikkat çekti. Numan Kurtulmuş’un “yeni bir çözüm süreci” iması taşıyan açıklamaları, Usta’ya göre Türkiye’yi bir kez daha aynı tehlikeli yola sokma girişimiydi.

Yazının Devamı

2. Cumhuriyet

Yeni Anayasacılığın eski rüyası

Türkiye yeniden “yeni anayasa” tartışmalarının eşiğinde. Siyaset sahnesine hâkim olan dil, tanıdık bir tını taşıyor: “Barış”, “kardeşlik”, “uzlaşı”, “sivil anayasa”… Fakat bu kelimeler gerçekten bir yenilenmeyi mi anlatıyor, yoksa 1990’lardan bu yana farklı dönemlerde gündeme gelen bir siyasal tahayyülün güncellenmiş hâli mi?

Asıl soruyu baştan sormak gerekiyor: Yeni anayasa nedir, anayasa değişikliğinden farkı ne olmalıdır? Bir anayasa değişikliği, mevcut düzenin sınırları içinde yapılan uyarlamalardır; kimi maddelerin yumuşatılması, çağın gereklerine göre yeniden düzenlenmesidir. Oysa “yeni anayasa” bambaşka bir iddiayı taşır: Bir toplumun kendisini yeniden tanımlama iradesi, siyasal meşruiyetin kaynağını ve sınırlarını baştan belirleme sürecidir. Bu nedenle her “yeni anayasa” çağrısı, yalnızca teknik bir reform değil, bir kurucu irade beyanıdır. Türkiye’de bugün asıl tartışılması gereken de budur: Gerçekten yeni bir toplumsal mutabakat mı doğuyor, yoksa mevcut güç dengeleri “yenilik” söylemiyle mi tazeleniyor?

Yazının Devamı

Mesajlar tarihi

Antoine de Saint-Exupéry’nin Küçük Prens’i, insanın saf yanını, çocuğun merakını ve sevginin evrenselliğini anlatan bir masal gibi görünür. Ama o masalın içinde öyle bir satır vardır ki, yazarın zarif üslubunun arkasında Batı merkezli bir bakışın, hatta bilinçsiz bir aşağılamanın yankısı duyulur.

Türk bir gökbilimci, 1909 yılında yeni bir gezegen keşfeder ama Avrupa Bilim Kurulu onu ciddiye almaz; çünkü fes giymektedir. Daha sonra ülkesinde bir “diktatör” çıkar, herkesi Batılı kıyafetler giymeye zorlar; bilim insanı 1920’de aynı sunumu bu kez modern kıyafetlerle yapar ve bu defa alkışlanır.

Yazarın bu kısa sahnesi, sadece bir anekdot değildir. Bu cümlelerde, Batı’nın “medeniyet”i biçimle özdeşleştiren zihninin bir özeti vardır. Bilgi, görünüşle ölçülür; değer, kıyafetle belirlenir. Ve ne acıdır ki, bu küçük masal parçası, o yıllarda Müslüman dünyada yeni filizlenen kimlik tartışmalarının tam ortasına düşer.

Yazının Devamı

Sınavın güvenliği, güvenliğin sınavı

Geçtiğimiz hafta bir mahkeme kararı, milyonlarca gencin geleceğini emanet ettiği sınav sistemine gölge düşürdü. Üniversiteye giriş tercihleri, iddiaya göre adayın bilgisi dışında değiştirildi; mahkeme adayı haklı buldu, ÖSYM de yeniden yerleştirme imkânı tanıdı. Kurum ise yaptığı açıklamada “sisteme sızılmadı, kullanıcı hatası” dedi.

Türkiye Gazetesi’nin haberine göre mesele bir güvenlik açığı değil, adayın şifresini paylaşmasından kaynaklanmış olabilirdi. Yani “sistem sağlam, siz dikkatsizsiniz” denildi.

Yazının Devamı

Artan vergi, artan kira mı demek?

Maliye’nin hedefi net: kayıt dışı kira gelirlerini azaltmak, bütçeye ek gelir sağlamak. 2025 yılı için konut kira gelirinde istisna tutarı 47.000 TL olarak belirlenmişti. Ancak Meclis’e sunulan yeni kanun teklifiyle bu muafiyetin tamamen kaldırılması, yalnızca emekli ve dul-yetim aylığı alanlara sınırlı bir istisna bırakılması öngörülüyor. Yani milyonlarca küçük ev sahibi için yeni bir vergi yükü kapıda.

Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın analizine göre, istisna kalkarsa yaklaşık 1,5 milyon ev sahibi etkilenecek. Bu kesim için toplam 22 milyar TL ek vergi yükü oluşacak. Kaba hesapla, her bir ev sahibi ortalama 15 bin TL daha fazla vergi ödeyecek.

Kâğıt üzerinde, vergi adaleti açısından anlamlı bir adım gibi görünüyor. Fakat piyasa dinamikleri bambaşka bir tabloya işaret ediyor: Ev sahibi bu yükü gerçekten kendi gelirinden mi karşılayacak, yoksa kiraya mı yansıtacak?

Yazının Devamı

Aslında değişen ne?

Son dönemde Türkiye’de siyasetin, iş dünyasının ve hatta sivil hayatın merkezine doğru yaklaşan tuhaf bir sessizlik hâli var. Ama bu sessizlik, bir durulmadan çok, büyük bir fırtınanın öncesi gibi. Çünkü yargı kararlarından siyasete, iş dünyasından medyaya kadar uzanan zincir artık tek bir halkayı değil, zincirin kendisini hedef alıyor gibi.

Peki bu tablo bize ne söylüyor? Gerçekten bir “temizlik” mi yapılıyor, yoksa yeni bir düzenin taşları mı diziliyor?

Önce manzarayı hatırlayalım. Bir dönem siyasetin en güçlü figürlerinden olan isimlerin yargı önüne çıkarıldığına tanık olduk. Hemen ardından, uzun süredir “dokunulmaz” görülen bazı iş insanları, büyük sermaye çevreleri, holding yöneticileri, hatta bazı sivil yapılar aynı sürecin içerisine çekildi. Hani yıllardır “dokunulmaz” denenler vardı ya — işte şimdi onlara da dokunuluyor.

Yazının Devamı

Dicle Üniversitesi neden seçildi, kime konuşuldu?

TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un Dicle Üniversitesi’nde yaptığı Kürtçe konuşma ve bu ifadelerin Meclis tutanaklarına Kürtçe olarak geçmesi, sadece bir güncel siyaset tartışması değil; Türkiye’nin devlet-toplum ilişkisinde yeni bir eşiğin işareti olarak da okunabilir.

Kimileri için bu bir “açılım jesti”, kimileri için ise Anayasa’ya aykırı bir meydan okuma. Ama belki de asıl mesele ne jestin doğruluğu ne de Anayasa’nın katılığı. Belki de asıl soru, şimdiye kadar pek kimsenin sormadığı şu:

Yazının Devamı

Nasıl uygun görürseniz mi?

Türkiye siyaseti, yine ilginç bir paradoksla karşı karşıya.

Bir yanda “barış dili” çağrıları yapılıyor, öte yanda o dili kim kuracak sorusuna kimse cevap vermiyor. DEM Partili Pervin Buldan, Öcalan’ın medya diline dair eleştirilerini aktarırken “AKP’nin medyayı, yargıyı, siyaseti, hayatın her alanını dizayn ettiğini” söylüyor ama hemen ardından “bu gücü barış dili için kullansın” diyor.

Durup düşünelim:

Yazının Devamı

Bu kaçıncı ateşkes

Ortadoğu’da ateşkesleri saymak, mevsimleri saymak gibidir. Her yıl biri biter, biri başlar; ama toprak hep aynı kalır; suskun, yorgun, silahların gölgesinde. Şimdi yeni bir “ateşkes” daha konuşuluyor. Fakat bu kez ne tanklar çekiliyor ne cepheler boşalıyor. Bu kez ateşkes, bankaların, diplomatik imzaların ve savunma ihalelerinin diliyle ilan ediliyor.

Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) bölgeye dönüşü, askeri üsten değil, ticaret ofislerinden başladı. Trump’ın ikinci döneminin ilk yılında açıklanan anlaşmalara bakınca tablo açık; artık barış da savaş kadar pahalı. Suudi Arabistan’la yapılan 142 milyar dolarlık savunma paketi, helikopterden hava savunma sistemine, mühimmattan bakım anlaşmalarına kadar uzanıyor. Üzerine eklenen 600 milyar dolarlık enerji, yapay zekâ ve veri merkezi taahhütleri ise bu silahların sessiz ortakları.

Peki, bu kadar silah kimin barışını sağlıyor? Silahların garantisi, ateşkesin teminatı olabilir mi? Bir ülke aynı anda hem alıcı hem arabulucu olabilir mi?

Yazının Devamı

Barışın dili mi?

Barışın dili kimin dilidir ve o dili kimin tarif etme hakkı vardır?

Türkiye yeniden “barış” kelimesinin etrafında dönüyor.Ama her defasında aynı soruyla başlıyoruz:Bu ülkede barışın dili kimin dilidir?Ve daha önemlisi — o dili kim tarif etme hakkına sahiptir?

Yazının Devamı

Barışın kirli gölgesi: Meclis’te atılan sloganlar

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin duvarları, uzun zamandır böylesine keskin bir çelişkiye aynı anda tanıklık etmemişti. Bir yanda “umut hakkı”, “barış”, “kardeşlik” gibi kavramlar üzerinden toplumsal bir yumuşama dili kurulmaya çalışılıyor; diğer yanda aynı çatı altında terörle özdeşleşmiş bir ismin sloganları yankılanıyor. Bu kadar ağır bir sembolün, barışın diline bulaştırılması sadece siyasetin değil, toplumsal vicdanın da sınavıdır.

Son günlerde kamuoyunun gündemine oturan olay, TBMM’deki DEM Parti grup toplantısında yaşandı.

DEM Parti Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, konuşmasında “Öcalan’ın özgürlüğü için yürüyen kadınlardan” söz ederken salonda bir anda “Biji Serok Apo” sloganları yükseldi.

Yazının Devamı

Şiddet, eğitim, hukuk ve ekonomi

Hadi hep beraber son 1 ayda yaşadıklarımızı başka bir açıdan şöyle bir hatırlayalım. Elbette bir ay çok uzun bir süre ve benim de bunları aklımda tutacak bir performans göstermem mümkün değil. O sebeple konu ile ilgili her türlü desteğe açığım.

Fakat zaten başka bir açıdan diyerek konuyu oldukça daralttım. Şimdi de adını koyalım sadece ülkemizde yaşanan şiddet olaylarını hatırlamayı deneyelim. Bir ay da aslında çok uzun oldu sanki, Sanırım süreyi daraltırsak daha kolay ulaşırız sonuçlara.

Ama meselemiz rakamlar değil. Öyle olsa, belki de diktatör olarak tanımlandığı için kimsenin Stalin’e atfedilmesine pek de itiraz etmediği "1 ölüm trajedidir, 1 milyon ölüm istatistik" sözünü haklı çıkarma riskini de göze alıyoruz demek olur. Yeri gelmişken belirtelim, sözü söyleyenle ilgili en güçlü ihtimal bir Fransız diplomat tarafından söylendiğine dairdir. Bir bakış açısını anlatmak açısından son derece önemli bir sözdür.

Yazının Devamı

Yine yeniden koalisyon mu?

Başkanlık sistemi Türkiye’ye hangi vaatle geldi? Hatırlayalım; 2017 referandumunda halka “koalisyonlara son verilecek, güçlü ve istikrarlı yönetim gelecek” denmedi mi? Yıllardır siyasetçiler “koalisyonlar kriz doğurur” diyerek toplumu ikna etmeye çalışmadı mı? Peki bugün altı yıl sonra gördüğümüz manzara ne? Koalisyonların hiç de bitmediği, tam tersine başka biçimlerde geri döndüğü değil mi?

Asıl ironik olan şu; Parlamenter sistemde seçimlerden sonra partiler arasında yapılan pazarlıkların yerini, başkanlık sisteminde seçim öncesi ittifak arayışları aldı. Yani koalisyonlar sadece isim değiştirdi, daha da zorunlu hale geldi. Öyleyse soralım; 50+1 şartı, Türkiye’yi gerçekten daha güçlü mü kıldı, yoksa siyaseti sürekli “ittifak mühendisliğine” mahkûm mu etti?

Sistemin ilk sınavı 2018 seçimleriydi. AKP tek başına iktidar olabilseydi, MHP’ye ihtiyaç duyar mıydı? Erdoğan’ın yüzde 52,6 ile kazandığı o seçim, aslında Cumhur İttifakı’nın “zorunlu doğum” anı değil miydi?

Yazının Devamı

“Seni başkan yaptırmayacağız”dan bugüne, hafıza krizi

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yeni yasama yılı açılışı, sadece Erdoğan’ın konuşması ya da CHP’nin salonu boykot etmesiyle değil, verilen semboller ve hatırlatılmayan figürlerle de kayda geçti. CHP’nin yokluğunda DEM Partisi sıraları doluydu; milletvekilleri Erdoğan’ı ayakta karşıladı, tokalaştı, gülümseyen fotoğraflar servis edildi. İlk bakışta bu, olağan bir parlamenter görüntüydü. Ama siyasette fotoğrafların anlamı içeriklerinden büyüktür. Ve bu fotoğraf, ister istemez şu soruyu gündeme taşıdı: Demirtaş unutuldu mu?

Bu sorunun cevabı, “Demirtaş’ın şahsı unutuldu mu?” değil, “Demirtaş’ın temsil ettiği siyasi hat, özellikle de ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ retoriği, bugün hâlâ hatırlanıyor mu?” şeklinde sorulmalı. Çünkü Türkiye siyasetinde 2015 yazının o kısa ama sarsıcı cümlesi, yalnızca bir seçim sloganı değildi; bir dönemin muhalefet ruhunu özetleyen en net ifadeydi.

Selahattin Demirtaş, 7 Haziran 2015 seçimlerine giden süreçte “Seni başkan yaptırmayacağız” dediğinde, aslında sadece Erdoğan’a meydan okumuyordu. Aynı zamanda Türkiye’de muhalefetin dağınık enerjisini toplayan, merkez sol ve Kürt siyaseti arasında köprü kuran, demokrasi arayışını somutlaştıran bir söylem ortaya koyuyordu.

Yazının Devamı

Ekonomik programın gizli hedefi: İç piyasayı daraltmak mı?

Geçen hafta bir dostum, bozulan çamaşır makinesini değiştirmek için mağazaya gitti. Fiyatlara bakınca tek kelime edememiş. “Taksit sayısı sınırlı, faiz yüksek, kredi kartı limiti yetmiyor. Mecburen tamire devam” dedi. Bu küçük hikâye, aslında bugün beyaz eşya sektörünün raporlarına yansıyan büyük tablonun bire bir özeti. Vatandaş alamıyor, üretici satamıyor, fabrikalar kapasite düşürüyor.

Bu durumun sadece bir sektörle sınırlı bir daralma olduğunu varsaysak bile bu durumun domino etkisini de inkar etmek mümkün olmayacaktır diye düşünüyorum.

Temmuz ayı beyaz eşya verileri, uzun süredir dillendirilen “ekonomi dengeleniyor” söylemini sorgulatacak nitelikte. Sektör raporlarına bakıldığında Ocak–Temmuz döneminde üretimde yüzde 9, iç satışlarda yüzde 9, ihracatta ise yüzde 7’lik gerileme var. Tek aylık bazda bakıldığında tablo daha da sert; Temmuz’da üretim yüzde 13, iç satış yüzde 14, ihracat yüzde 15 düşmüş durumda. Türkiye Beyaz Eşya Sanayicileri Derneği (TÜRKBESD) de ilk 6 ayda iç satışların yüzde 8, ihracatın yüzde 5 gerilediğini doğruluyor.

Yazının Devamı

Osmanlıcılık fikrinin okşayıcı tehlikesi ve Heybeliada Ruhban Okulu

Türkiye’de son haftalarda yeniden gündeme gelen Heybeliada Ruhban Okulu tartışması, tek başına bir eğitim kurumu meselesi değil. Patrik Bartholomeos’un diplomatik temasları, ABD’de dillendirilen mesajlar ve Ankara’daki yeni siyasi konjonktür, konuyu yalnızca bir “din özgürlüğü” çerçevesinin ötesine taşıyor. Burada bizi bekleyen, romantik bir Osmanlı nostaljisinin yarattığı okşayıcı bir tehlike var: ulus-devletin meşruiyetini ve sınırlarını bulanıklaştırmak.

Burada yayımlanan “Millet Sistemi” başlıklı yazıda hatırlattığımız gibi, Osmanlı’daki millet sistemi azınlıkların hukuku üzerine inşa edilmişti; yani her cemaat kendi iç hukukunu, kendi liderliğini ve kendi eğitim kurumlarını idare eder, devlet ise bu farklılıkların üzerinde bir hakem konumundaydı. O yazıda şöyle demiştik: “Osmanlı millet sistemi, gayrimüslim topluluklara devlet içinde devlet olma imkânı tanıyordu. Bugün ise yalnızca Müslüman unsurlar için farklı bir yapılanma teklif ediliyor.” Bu hatırlatma, bugünkü tartışmaları anlamamız için kilit bir nokta. Osmanlıcılık fikri hâlâ cazip görünüyor çünkü çeşitliliği yönetmenin, çoğulculuğu kurumsallaştırmanın eski bir reçetesini hatırlatıyor. Ancak bu reçetenin aynı zamanda egemenlikten feragat anlamına geldiğini unutmamak gerekir.

Geçtiğimiz günlerde hem ulusal hem uluslararası basında dikkat çeken haberler çıktı. Patrik Bartholomeos’un ABD’deki temaslarında Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılmasının “Türkiye’nin imajını düzeltecek bir adım” olarak sunulduğu bildirildi. Milli Eğitim Bakanlığı düzeyinde okulun statüsü, müfredatı ve yönetimi konusunda bir çalışma yapıldığına dair bilgiler sızdı. Erdoğan’ın yaklaşan ABD ziyareti öncesinde okulun açılması meselesinin diplomatik pazarlık başlıklarından biri haline geldiği belirtildi. Çeşitli gazetelerde, okulun açılmasının sadece dinî eğitim değil, Patrikhane’nin “ekümeniklik” iddiasını güçlendireceği vurgulandı. Bütün bu gelişmeler Türkiye’de bazı kesimler tarafından “din ve vicdan özgürlüğü” kapsamında olumlu bir adım olarak yorumlanıyor. Oysa meseleye egemenlik perspektifinden bakıldığında tablo farklı görünüyor. Ruhban Okulu yalnızca bir seminer değil, ulus-devletin kontrol alanında yeni bir hukuk ve statü zemini yaratabilir.

Yazının Devamı

“O ne özgüven o”

Türkiye’de siyasetin en tartışmalı yanlarından biri, makamın sağladığı gücün, istifa ya da görevden alınma sonrasında bile devam edebilmesi. Uzun yıllar Ankara’yı yöneten ve Türk siyasetinde güçlü bir figür hâline gelen Gökçek ailesi, bu durumun en görünür örneklerinden biri olarak öne çıkıyor. Haklarında onlarca iddia bulunmasına, bu iddiaların bazılarını kendi partililerinin dahi dillendirmiş olmasına rağmen, kendilerini “aklanmış” saymaları ve siyaseten hâlâ çok rahat davranmaları, aslında Türkiye’deki hesap verilebilirlik krizinin bir yansımasıdır.

Türkiye’de istifa etmek veya görevden alınmak çoğu kez “temizlenmek” anlamına geliyor. Kamuoyunda “yolsuzluk” ya da “usulsüzlük” iddialarıyla anılan pek çok isim, makamı bıraktıktan sonra kendini otomatik olarak “aklanmış” kabul edebiliyor. Oysa demokratik ülkelerde istifa bir süreçtir; sorumluluğun devri anlamına gelir ama aynı zamanda soruşturmanın önünü açar. Bizde ise tam tersi: Görevden ayrılmak çoğu zaman bir “kurtuluş” reçetesi hâline geliyor.

Gökçek ailesinin bugünkü konumuna baktığımızda bu tablo açıkça görünüyor. Melih Gökçek’in Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan ayrılışı, uzun süre “siyasi baskı” ve “parti içi operasyon” bağlamında tartışıldı ama o günden bugüne haklarında açılmış kapsamlı ve bağımsız bir soruşturma olmadı. Bu durum sadece hukukun işleyişiyle ilgili değil, aynı zamanda siyasî kültürümüzle de ilgili bir mesele.

Yazının Devamı

Frekanstan algoritmaya medya savaşları

1950’lerde ABD’li oryantalist Daniel Lerner’in Ortadoğu’da yaptığı anketler, dönemin masum sosyal bilim çalışmaları gibi görünüyordu. Oysa arkasında dönemin yeni istihbarat gücü CIA vardı. Radyo yayınları, özellikle Voice of America, Radio Free Europe ve BBC Arapça gibi projeler, yalnızca haber vermek değil, toplum mühendisliği yapmak için kullanılıyordu. Bu yayınlar aracılığıyla kitlelerin modernleşmeye, Amerikan değerlerine ve Soğuk Savaş mantığına “ısındırılması” hedefleniyordu. Lerner’in meşhur araştırması “The Passing of Traditional Society” aslında bir saha notundan çok daha fazlasıydı: Frekanslar üzerinden zihin haritası çizme girişimi.

Bugün bu frekansların yerini algoritmalar aldı. Facebook, Instagram, X (Twitter), TikTok gibi platformlar yalnızca eğlence veya iletişim alanı değil, siyasetin, kimliğin ve kültürel yönelimlerin belirlendiği arenası hâline geldi. Ortadoğu ve Türkiye gibi hedefe konulan yerlerde bu platformlar, kamusal alanın yerini aldı. Artık kimin neyi göreceğini, hangi olayın nasıl “trend” olacağını, hangi tartışmanın alevleneceğini büyük ölçüde bu şirketlerin kodları belirliyor.

Bu tabloyu görmek için son on yıldaki örneklere bakmak yeterli.

Yazının Devamı