İnanç Uysal

İnanç Uysal

Üst düzey rahatsızlık

Son günlerde kamuoyunun gözü, çeşitli yurt dışı ziyaretlerinde, diplomatik hamlelerde, güvenlik gündemlerinde ve siyasal tartışmalarda. Büyük başlıklar, yüksek perdeden açıklamalar, haftalarca sürecek tartışmalar…

Tam bu karmaşanın içinde, kimse dikkat etmeyecek sanıldı: Ancak kamu bürokrasisinin tepesine, “üst düzey yöneticiler” adıyla tanımlanan kadrolara seyyanen 30 bin TL’ye kadar zam yapıldı. Bu düzenleme; öğretmeni, hemşireyi, polis memurunu, asgari ücretliyi, taşradaki memuru kapsamadı. Sadece yükselmiş, koltuğuna güvenmiş birkaç bin kişilik grup…

Belki de amaç buydu: “Ekonomi gündemde değil, biz gündemi başka yere çekiyoruz.” Belki de “zam değil, liyakat düzenlemesi” dediler. Kim bilir… Ama gerçek öyle değil: Bu, temelde bir ayrıcalık kararı idi — ve bu ayrıcalığı haklı göstermek için “gündem yoğunluğu”, “sistem tıkanıklığı”, “uzman eksikliği” gibi kılıflar kullanıldı.

Yazının Devamı

‘Büyü’müşüz

TÜİK’in rakamları, yılın üçüncü çeyreğinde Türkiye ekonomisinin “büyüdüğünü” söylüyor. Ancak bu büyüme, milyonlarca vatandaş için cep değil, cüzdandaki deliklere su dökmekten öte bir anlam ifade etmiyor. Çünkü büyüme istatistiklerde kalırken, gerçek hayat pahalılığıyla yüz yüze kalan halk için her yeni gün daha zorlu hale geliyor. Ekonomi büyüyor deniyor ama vatandaş her geçen ay daha az alabiliyor, daha zor geçinebiliyor.

Resmî enflasyon verilerine göre yıllık artış yüzde 30’un üzerinde seyrediyor. Gıda fiyatlarındaki yükseliş ise çok daha yakıcı. Ekmek, süt, peynir, yağ, sebze ve meyve artık dar gelirli bir ailenin sofraya düzenli koymakta zorlandığı ürünler haline geldi. Market raflarıyla maaş bordrosu arasındaki mesafe açıldıkça açılıyor. Bir yandan “büyüme” söylemi sürerken, diğer yandan vatandaş alışveriş sepetini yarı yarıya doldurmak zorunda kalıyor.

Ekonomideki bu tablo, “Büyümeden kim faydalanıyor?” sorusunu daha da görünür hale getiriyor. Gelir dağılımı verileri, sorunun cevabını açıkça veriyor. En yüksek gelire sahip yüzde 20’lik kesim, toplam gelirin yaklaşık yarısını alırken, en alt yüzde 20’lik kesime düşen pay yüzde 6 civarında kalıyor. Yani ülkede yaratılan ekonomik değerin büyük bölümü çok küçük bir kesime gidiyor, geri kalan büyük çoğunluk ise artan yaşam maliyetleriyle baş etmeye çalışıyor.

Yazının Devamı

Bir ziyaretin ardından

Yetki ve sorumluluk ikilemi

Papa 14. Leo’nun Kasım 2025’te Türkiye’ye gerçekleştirdiği ziyaret, yalnızca diplomatik bir temas değildi; bu ziyaret, tarihî, dinî ve ideolojik kodlarla örülü bir sahaya taşındı. Ziyaretin iki dikkat çekici durağı — İznik ve Anıtkabir — Türkiye’nin sembolik haritasında farklı kimlik hafızalarına işaret ediyordu. Ancak medyadaki kutuplaşma ve bu kutuplaşmayı besleyen söylemler, bu ziyareti pratik bir diplomasi eyleminden çok toplumsal gerginliği yeniden üretmek için bir bahane hâline getirdi.

Papa Leo’nun ilk durağı Anıtkabir oldu. Mozoleye çelenk bırakıp saygı duruşunda bulundu, özel defteri imzaladı ve “Türkiye’ye ve halkına barış, bolluk ve refah dileği” yazdı. Bu adım, resmî protokol ve diplomatik nezaket çerçevesinde yorumlandı; resmi açıklamalarda ziyaretin “ortak zemin” oluşturma isteğiyle gerçekleştiği vurgulandı. Cumhurbaşkanı tarafından da ziyarete dair “Türkiye’nin uluslararası itibarını güçlendiren, ortak değerleri yeniden hatırlatan bir adım” olduğu ifade edildi. Bu bağlamda, Papa’nın Anıtkabir ziyareti bir tür devlet ricaleti ve bırakılan notun da gösterdiği gibi diplomatik nezaketin geleneksel sınırları içinde kaldı.

Yazının Devamı

Stratejik gürültü mü?

Barış ve kardeşlik süreci yeniden Türkiye’nin siyasal gündemine sızarken, bu kez dikkat çeken unsur, iktidar partisinin dışından değil, tam içinden yükselen muhalif tınılar. Özellikle son yıllarda parti merkezine mesafe almış bazı eski AKP vekilleri ve yöneticileri, sürece ilişkin itirazlarını yüksek perdeden dillendiriyor.

Bu eleştiriler bir yere kadar normal kabul edilse de hala içeride olan ve partilerini her fırsatta savunan bazı başka isimlerden de böyle eleştiriler gelince sorular biraz daha analiz edilmeli diye düşünüyor insan. Eleştirilerin ortak paydası ise malum: “Neden Öcalan muhatap alınıyor? Neden bu muhataplık İmralı’ya gidilmesini gerektiriyor?” soruları. Fakat bu soruların kendisinden daha çarpıcı olan, soruların ne zaman ve nasıl sorulduğu.

Bu eski vekillerin çıkışları ilk başta spontane bir rahatsızlık gibi görünse de, siyaset pratiğinin bize öğrettiği bir şey varsa o da hiçbir açıklamanın yalnızca kendisi olmadığıdır. Hele ki açıklamayı yapan, parti içinden ancak karar mekanizmasından uzaklaşmış isimlerse… Bu nedenle bu tepkiler, ister istemez daha geniş bir çerçeveye yerleştirilmeyi hak ediyor: Gerçek bir huzursuzluk mu dile geliyor, yoksa süreç başlamadan toplumsal zemini test eden kontrollü bir gürültü mü üretiliyor?

Yazının Devamı

Son derece şeffaf!

Meclis’te kurulan “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” kendi içinden oluşturduğu heyetle İmralı’ya yaptığı ziyaret ile ilgili olarak daha ilk saatten itibaren yeni bir tartışmayı ateşledi. Tartışmanın odağı ziyaretin içeriği değil, ziyaretin en temel sorusuydu: Gerçekten gidildi mi? Normalde bir devlet heyetinin bir yere gidip gitmediği sorusu, birkaç kelimelik bir açıklamayla netleşir. Fakat bu kez durum farklıydı. Açıklamalar birbiriyle yarıştı; ifadeler değişti; reddedişler doğrulamaya, doğrulamalar şüpheye dönüştü. Ve sonunda elimizde, ziyaretin kendisi kadar karmaşık bir tablo kaldı.

Sorular basitti, ama cevaplar inatla basit olmadı: Gidildi mi? Ne kadar kalındı? Neden önce “gidilmedi” dendi? Hangi konular konuşuldu? Bu ziyaret tek seferlik miydi?

Bu basit soruların etrafında dönüp durmak, ister istemez ironik bir tablo yaratıyor. Çünkü bu ziyaret, büyük iddialarla kurulmuş bir komisyonun belki de ilk somut adımıydı. Ama o adımın atıldığı yerden çok, adımın atılıp atılmadığı tartışması öne çıktı.

Yazının Devamı

Neden acaba? Siyasetin aynı dile düşmekteki ısrarı

Türkiye siyasetinde bazen öyle anlar yaşanır ki insan ister istemez durup sorar: “Neden acaba?” Bir yandan Mansur Yavaş hakkında savcılığın konser davaları üzerinden soruşturma açılıyor; diğer yandan Kemal Kılıçdaroğlu ekranlara çıkıp hem CHP’nin “hesap vererek temizlenmesi gerektiğini” söylüyor hem de aynı konuşmada İmralı’ya gidecek bir heyette kendisinin yer alması gerektiğini ifade ediyor. Ucu farklı gibi görünen iki başlık, aslında aynı soruyu tetikliyor: Muhalefetin dili neden bu kadar kolay biçimde iktidarın çizdiği hatlara yaslanıyor?

Mansur Yavaş hakkındaki soruşturmanın zamanlaması dikkat çekici. Yerel seçim sonrası güven endekslerinde hâlâ en güçlü isimlerden biri. Ankara’da belediyecilik anlamında gündem yaratacak büyük bir kriz yaşamadan ilerleyen bir profil çiziyor. Tam da böyle bir dönemde, yıllardır konuşulan konser izinleri üzerinden savcılığın harekete geçmesi ister istemez şu soruyu doğuruyor: Neden acaba?

Gerçekten yeni bir delil mi ortaya çıktı, yoksa siyasetin ritmi bazı dosyaların raftan indirilmesini mi gerektirdi? Yavaş’ın merkez sağ ve muhafazakâr seçmende de karşılık bulması birilerini rahatsız mı ediyor? Yoksa muhalefet içi denklemler yeniden kurulurken, Ankara’nın bu “fazla sakin” başarısı bir şekilde törpülenmek mi isteniyor?

Yazının Devamı

Stratejik riskin rotası

Türkiye siyasetinde “Terörsüz Türkiye” süreci yeni bir evreye girdi. TBMM’de kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu, İmralı gündeminin de merkezine oturmasıyla tartışmaların yoğunlaştığı bir platform haline geldi. Bu platformda en cesur rolü üstlenen parti ise MHP. Ancak bu cesaret, partinin seçim hesabına ve ittifak dinamiklerine dair soruları da beraberinde getiriyor.

MHP lideri Devlet Bahçeli, komisyonun ‘İmralı’ya gitme’ kararı almasını net şekilde destekliyor. Grup toplantısında, “Alırım yanıma üç arkadaşımı, İmralı’ya gitmekten kaçınmam” diyerek, sembolik ve stratejik bir hamle yaptığını açıkça ortaya koydu. Bu sözlerin arkasında durarak, partisi üzerinden bir “masayı kurma hamlesi”ni resmî zemine taşımış oldu.

MHP Genel Başkan Yardımcısı Feti Yıldız da benzer şekilde net konuşuyor: Komisyonun 21 Kasım Cuma günü İmralı’ya gitmesi yönünde karar alacağını ve 3–4 milletvekilli bir heyetin Öcalan’ın beyanlarını almak üzere adaya gideceğini ilan etti. Yıldız’a göre bu adım “yüzyılın en cesur kurucu siyaset hamlesi.”

Yazının Devamı

Tabelada gelecek yazıyor…

Ankara’da sıradan bir yön levhasının, Kızılay tabelasının, bir anda gençlerin akınına uğraması ilk başta eğlenceli bir sosyal medya akımı gibi göründü. Fakat bazen toplumun en derin fay hatlarını en sıradan nesneler ortaya çıkarır. Bir tabelanın önünde oluşan kuyruk, gençlerin görünür olma mücadelesinin küçük bir sahnesi olmanın ötesinde, aslında büyük bir sessizliğin ve umutsuzluğun işaretlerini taşıyor.

Türkiye uzun zamandır giderek yaşlanan bir toplum. Bunun demografik verilerle sabit olduğu artık herkesin malumu. Hatta devlet politikasının önemli bir başlığı da daha fazla genç nüfusu teşvik etmek. Ancak nüfusu gençleştirme isteği, mevcut gençlerin ne hissettiği gerçeğiyle yan yana konduğunda ortaya tuhaf bir çelişki çıkıyor. Bir yanda “genç nüfus geleceğimiz” söylemi; diğer yanda kendini görünmez hisseden, sözünü duyuracak mecralar bulamayan, umutla bağını giderek zayıflatan bir gençlik.

Tam da bu nedenle, Kızılay tabelası gibi basit bir sembol bir anda gençlerin toplandığı, adeta varlık gösterdiği bir alana dönüşebiliyor.

Yazının Devamı

Kaç karın var!

Beyaz Saray’daki o an, diplomasi tarihinin kısa ama çarpıcı bir özeti gibiydi. Suriye Cumhurbaşkanı ilk kez Washington’da ağırlanırken Donald Trump, parfüm hediyesini uzatıp gülümseyerek sordu: “Kaç karın var?” Şara da hediyesini sunarken aynı tonda karşılık verdi: “Ya senin kaç karın var?” Özellikle Trump’ın soruya verdiği cevap ise çok şey anlatıyordu ‘şimdilik bir’. İlk soruyu soran Trump kültürel ve dini bir gönderme yapıyordu. Şara buna karşılık Trump’ın göndermesinden duyduğu rahatsızlığa karşı bir salvo yaptı belki de. Ama yine aynı yerden aynı konuda bir gönderme. Trump ise alınmış görünmüyordu.

Bir anlık gülüşme, birkaç saniyelik sessizlik… Ardından protokol kaldığı yerden sürdü. Oysa o cümleler, modern diplomasinin arka planında hâlâ taş devrinden kalma bir zihniyetin dolaştığını gösteriyordu. Bu, iki devlet adamı arasında geçen bir diyalog değildi yalnızca; erkek egemen dünyanın kendi diliyle konuşan iki yüzüydü.

Diplomasinin tarihi, erkek egemenliğin tarihiyle iç içedir. Kraldan başkana, sultandan generallere kadar bütün iktidar biçimleri, gücü erkeklik üzerinden tanımladı. “Kaç karın var?” sorusu bu nedenle bir mizah değil, bir güç metaforudur. Kadın, burada bir insan değil; statü göstergesidir. Gücün, servetin ve itibarın ölçüsüdür.

Yazının Devamı

‘Vatan Sağolsun’

Önce bir içi yanar her duyanın, sonra tek tek isimlere kulak kesilir aileler, orada olduğunu bildiği evladının da adını duymamak ümidi ile… Duymazsa da rahat etmez yüreği kimsenin, Kendi evladının adı yoksa da bir başka ocağa düşen ateşi hisseder yüreğinde

“İsimleri sayıya dönüşmeden…” Dün, bir sayı duyduk: 20. Âdeta bir liste hâlinde, hafızalarda “20 şehit” diye geçecek. Ancak sayının ardında 20 hayat, 20 umut, 20 geçmiş ve geride bırakılmış 20 gelecek vardı. Milli Savunma Bakanlığı’nın duyurusuyla öğrendik: Azerbaycan’dan dönüş yolundaki C‑130 Hercules tipi askeri kargo uçağımızın, ülkemize gelmek üzereyken Gürcistan-Azerbaycan sınırında düşmesi sonucu 20 vatan evladı şehit oldu. O 20 kişiden biri de, memleketim Gümüşhacıköy’ün Çetmi Köyü’nden, Ümit Kaplan’ın evladı Hamdi Armağan Kaplan. Kendi toprağınızdan birinin o listedeki ismini görünce; yalnızca bir sayı değil, bir yüz ve ad hissediyorsunuz.

Her şehidimiz için aynı acı, aynı gözyaşı… Ama bazen, “bizim” köyümüzden olan biriyle karşılaşınca sayılar kitapçığından çıkıp yüreğe çarpıyor. Hamdi Armağan, orada listede bir sıra işgal ediyor; ama o bir “sıra” değildi – bir insandı, bir evlat, bir vatan sevdalısı. Üstelik bizim köyümüzden. Ve işte tam da bu yüzden, bu yazıda onu bir azıcık öne çıkarıyorum. Çünkü “sayılara hapsolmuş isimler” hâline gelmesinler isterim. Çünkü Hamdi Armağan da, diğer silah arkadaşları da, “20 şehit” diye geçip gidecek bir başlık değil; her biri bir “kimlik”, bir “hikâye” demek. Ve bu kimlik, bu hikâye, sayının ardında kaybolmamalı.

Yazının Devamı

Ortadoğululaştıramadıklarımızdan mısınız?

Suudi Arabistan Veliaht Prensi Selman’ın 2018’deki “Yeni Avrupa, Ortadoğu olacak” sözü bugün yeniden anlam kazanıyor. Türkiye’de Meclis’te tartışılan “toplumsal uzlaşı” ve anayasal yenilenme girişimleriyle birlikte, bölge bir kez daha sessiz bir dönüşümün eşiğinde: Barış artık bir ideal değil, bir strateji.

2018’de Riyad’da yankılanan bir cümle vardı: “Yeni Avrupa, Ortadoğu olacak.” Muhammed Bin Selman’ın ağzından çıkan bu söz, yalnızca bir modernleşme vaadi değil, aynı zamanda bir yeniden doğuş iddiasıydı. Suudi Arabistan’ı, hatta bütün bölgeyi, eski dogmaların küllerinden çıkaracak bir “yenilenme” çağrısıydı bu. Ancak her yenilenme iddiası gibi, onun da içinde bir unutuş arzusu gizliydi: geçmişin çatışmalarını, eşitsizliklerini, bastırılmış kimliklerini görünmez kılma arzusu.

Bu çağrı, bugün Türkiye’de yeniden şekillenen siyasal iklimle tuhaf biçimde benzeşiyor. Meclis’te görüşülen yeni “toplumsal uzlaşı” ve “anayasal yenilenme” arayışları, bir dönemin “barış ve kardeşlik” söylemini kurumsal bir zeminde yeniden üretme çabası gibi okunabilir. Yine aynı inanç: kimlikler arasındaki gerilimin yerini diyalog alacak, yeni bir toplumsal sözleşme bölgeye istikrar getirecek. Ancak tıpkı Selman’ın yenilenme projesinde olduğu gibi, bu girişim de halkın katıldığı bir dönüşümden çok, yukarıdan biçimlenen bir normalleşme tahayyülünü taşıyor.

Yazının Devamı

“Erdoğan giderse kim gelir?” değişim talebi mi kabulleniş mi?

Bir ülke bazen bir kişiden çok, o kişiyi konuşmaya alışır. Sonra da fark etmeden, o alışkanlığı “siyaset” zanneder.

Bugün “Erdoğan sonrası kim olur?” sorusu etrafında dönen tartışmalar tam da böyle bir alışkanlığın ürünüdür. İktidar medyası da muhalif medya da aynı noktada buluşuyor: Erdoğan sonrasını konuşarak, Erdoğan’ın kurduğu sistemi konuşmaktan kaçınıyor.

Peki bu sadece bir gündem yanılgısı mı, yoksa daha derin bir kabulleniş mi?

Yazının Devamı

Pardon bu gün değilmiş!

Bugün gazetelere bir bomba düştü: Engin Özkoç tarafından yapılan açıklamaya göre, Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) mensuplarının kapalı bir oturumda “Türkiye’yi 24 eyalete bölmek istiyoruz” dedikleri ileri sürülmüş. Kapalı oturumda yapılan bu konuşmanın metni henüz resmi olarak yayımlanmasa da, Özkoç’un o toplantıda aktardığı ifade şöyle: “Biz Türkiye’nin 25 eyalete bölünmesini istiyoruz… Her eyaletin yer altı zenginliği kendisine ait olmalı… Eyaletlerin özerklik hakkı saklı olmalı…” gibi cümleler yer alıyor.

Hal böyleyken, bir yandan da konuşmanın tarihine dikkat çekmek gerekiyor: aslında bu iddianın kökü 2014’e, hatta daha da geriye 2011’e dayanıyor. Ama bugün sanki yepyeni bir gündemmiş gibi geliyor kulağımıza. Ve ne tuhaf: tam bu günlerde, yani bugün, muhatap olarak Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik “Çözüm Süreci'ni yeniden yürüteceğiz” vaadi veren bir yazı kaleme alınmış durumda. Burada, sanki Özkoç’u doğrudan kaynak olarak koymuş bir gazete köşesinde kaleme alınmış: “Muhatap HDP, gelin Türkiye’yi 24 eyalete bölerek sorunu çözelim” tarzı bir söylem. Ve bir kez daha, tarihin tozlu raflarından çıkarılmış bu “eyalet planı” şimdi yeniden servis ediliyor.

Ne var ki, doğruluk payına bakıldığında önemli hususlar var: Bilgi doğrulama platformları, “Türkiye’nin 25 eyalete bölünmesi fikrinin Özkoç’a ait olmadığı; o videoda Özkoç’un aslında o kapalı oturumda bir BDP grup başkanvekilinin sözlerini aktardığını söylediğini” belirtiyor. Yani, bugün manşetlerde olduğu şekilde “Özkoç dedi ki, biz 25 eyalete bölüneceğiz” gibi bir direkt beyan söz konusu değil. Ama işte, siyaset limbolarında her zaman “aktardım”, “dedi ki” gibi söylemler içinde eviriliyor.

Yazının Devamı

İrlanda mı, Türkiye mi? Çözümün adresi başkalarının tarihi olamaz

Sürekli örnek gösterilen “İrlanda modeli”, Türkiye’nin kendi gerçekliğini açıklamaya yetmez. Çünkü orada bir sömürge vardı, burada ise ortak bir vatan var. İrlanda’ya gitmek, çözümü ithal etmek değildir; ama çözümün ithali, meseleyi kökünden anlamamaktır.

Bir ülke, kendi tarihini unutmaya başladığında, başka ülkelerin hikâyelerini model olarak seçer. Bugün yeniden gündeme getirilen “barış ve kardeşlik süreci” tartışmalarında, “İrlanda modeli”ne öykünme tam da bu unutkanlığın ürünü. Bir komisyon oluşturulacak, bir heyet İrlanda’ya gidecek, orada barış süreci nasıl yürütülmüş, ne öğrenilebilir, buna bakılacak deniyor.

Ama sormak gerek: Üç günlük bir İrlanda gezisinde hangi tarih okunabilir? Yüzyıllarca süren bir sömürge geçmişinden “model” çıkarılır mı? Dahası, Türkiye’nin kendi tecrübesini dışarıdan bir reçeteye mi çevireceğiz?

Yazının Devamı

Erhan Usta: “Bu alçak süreçte haksızlık Türk milletine yapılıyor, bütçe ise faiz bütçesi hâline geldi”

İYİ Parti Samsun Milletvekili Erhan Usta, geçtiğimiz günlerde TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda yaptığı konuşmayla gündeme oturdu. Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş’a yönelttiği sert sözler, hem iktidar hem de muhalefet cephesinde yankı buldu. Kurtulmuş’un açıklamalarıyla başlayan tartışma, kısa sürede siyasetin ana gündemlerinden biri hâline geldi. Biz de Erhan Usta ile hem o konuşmanın perde arkasını hem de Türkiye ekonomisine ilişkin değerlendirmelerini konuştuk. Usta, “Ne söylediysem arkasındayım.” diyor ve sorularımıza içtenlikle yanıt veriyor.

“Muhalefetin görevi iktidarı eleştirmektir; sahte muhalifleri millet tanıyor”

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda yaşanan tartışmalar, Usta’nın sadece ekonomik eleştirileriyle değil, “ihanet süreci” olarak tanımladığı çıkışıyla da dikkat çekti. Numan Kurtulmuş’un “yeni bir çözüm süreci” iması taşıyan açıklamaları, Usta’ya göre Türkiye’yi bir kez daha aynı tehlikeli yola sokma girişimiydi.

Yazının Devamı

2. Cumhuriyet

Yeni Anayasacılığın eski rüyası

Türkiye yeniden “yeni anayasa” tartışmalarının eşiğinde. Siyaset sahnesine hâkim olan dil, tanıdık bir tını taşıyor: “Barış”, “kardeşlik”, “uzlaşı”, “sivil anayasa”… Fakat bu kelimeler gerçekten bir yenilenmeyi mi anlatıyor, yoksa 1990’lardan bu yana farklı dönemlerde gündeme gelen bir siyasal tahayyülün güncellenmiş hâli mi?

Asıl soruyu baştan sormak gerekiyor: Yeni anayasa nedir, anayasa değişikliğinden farkı ne olmalıdır? Bir anayasa değişikliği, mevcut düzenin sınırları içinde yapılan uyarlamalardır; kimi maddelerin yumuşatılması, çağın gereklerine göre yeniden düzenlenmesidir. Oysa “yeni anayasa” bambaşka bir iddiayı taşır: Bir toplumun kendisini yeniden tanımlama iradesi, siyasal meşruiyetin kaynağını ve sınırlarını baştan belirleme sürecidir. Bu nedenle her “yeni anayasa” çağrısı, yalnızca teknik bir reform değil, bir kurucu irade beyanıdır. Türkiye’de bugün asıl tartışılması gereken de budur: Gerçekten yeni bir toplumsal mutabakat mı doğuyor, yoksa mevcut güç dengeleri “yenilik” söylemiyle mi tazeleniyor?

Yazının Devamı

Mesajlar tarihi

Antoine de Saint-Exupéry’nin Küçük Prens’i, insanın saf yanını, çocuğun merakını ve sevginin evrenselliğini anlatan bir masal gibi görünür. Ama o masalın içinde öyle bir satır vardır ki, yazarın zarif üslubunun arkasında Batı merkezli bir bakışın, hatta bilinçsiz bir aşağılamanın yankısı duyulur.

Türk bir gökbilimci, 1909 yılında yeni bir gezegen keşfeder ama Avrupa Bilim Kurulu onu ciddiye almaz; çünkü fes giymektedir. Daha sonra ülkesinde bir “diktatör” çıkar, herkesi Batılı kıyafetler giymeye zorlar; bilim insanı 1920’de aynı sunumu bu kez modern kıyafetlerle yapar ve bu defa alkışlanır.

Yazarın bu kısa sahnesi, sadece bir anekdot değildir. Bu cümlelerde, Batı’nın “medeniyet”i biçimle özdeşleştiren zihninin bir özeti vardır. Bilgi, görünüşle ölçülür; değer, kıyafetle belirlenir. Ve ne acıdır ki, bu küçük masal parçası, o yıllarda Müslüman dünyada yeni filizlenen kimlik tartışmalarının tam ortasına düşer.

Yazının Devamı

Sınavın güvenliği, güvenliğin sınavı

Geçtiğimiz hafta bir mahkeme kararı, milyonlarca gencin geleceğini emanet ettiği sınav sistemine gölge düşürdü. Üniversiteye giriş tercihleri, iddiaya göre adayın bilgisi dışında değiştirildi; mahkeme adayı haklı buldu, ÖSYM de yeniden yerleştirme imkânı tanıdı. Kurum ise yaptığı açıklamada “sisteme sızılmadı, kullanıcı hatası” dedi.

Türkiye Gazetesi’nin haberine göre mesele bir güvenlik açığı değil, adayın şifresini paylaşmasından kaynaklanmış olabilirdi. Yani “sistem sağlam, siz dikkatsizsiniz” denildi.

Yazının Devamı

Artan vergi, artan kira mı demek?

Maliye’nin hedefi net: kayıt dışı kira gelirlerini azaltmak, bütçeye ek gelir sağlamak. 2025 yılı için konut kira gelirinde istisna tutarı 47.000 TL olarak belirlenmişti. Ancak Meclis’e sunulan yeni kanun teklifiyle bu muafiyetin tamamen kaldırılması, yalnızca emekli ve dul-yetim aylığı alanlara sınırlı bir istisna bırakılması öngörülüyor. Yani milyonlarca küçük ev sahibi için yeni bir vergi yükü kapıda.

Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın analizine göre, istisna kalkarsa yaklaşık 1,5 milyon ev sahibi etkilenecek. Bu kesim için toplam 22 milyar TL ek vergi yükü oluşacak. Kaba hesapla, her bir ev sahibi ortalama 15 bin TL daha fazla vergi ödeyecek.

Kâğıt üzerinde, vergi adaleti açısından anlamlı bir adım gibi görünüyor. Fakat piyasa dinamikleri bambaşka bir tabloya işaret ediyor: Ev sahibi bu yükü gerçekten kendi gelirinden mi karşılayacak, yoksa kiraya mı yansıtacak?

Yazının Devamı

Aslında değişen ne?

Son dönemde Türkiye’de siyasetin, iş dünyasının ve hatta sivil hayatın merkezine doğru yaklaşan tuhaf bir sessizlik hâli var. Ama bu sessizlik, bir durulmadan çok, büyük bir fırtınanın öncesi gibi. Çünkü yargı kararlarından siyasete, iş dünyasından medyaya kadar uzanan zincir artık tek bir halkayı değil, zincirin kendisini hedef alıyor gibi.

Peki bu tablo bize ne söylüyor? Gerçekten bir “temizlik” mi yapılıyor, yoksa yeni bir düzenin taşları mı diziliyor?

Önce manzarayı hatırlayalım. Bir dönem siyasetin en güçlü figürlerinden olan isimlerin yargı önüne çıkarıldığına tanık olduk. Hemen ardından, uzun süredir “dokunulmaz” görülen bazı iş insanları, büyük sermaye çevreleri, holding yöneticileri, hatta bazı sivil yapılar aynı sürecin içerisine çekildi. Hani yıllardır “dokunulmaz” denenler vardı ya — işte şimdi onlara da dokunuluyor.

Yazının Devamı

Dicle Üniversitesi neden seçildi, kime konuşuldu?

TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un Dicle Üniversitesi’nde yaptığı Kürtçe konuşma ve bu ifadelerin Meclis tutanaklarına Kürtçe olarak geçmesi, sadece bir güncel siyaset tartışması değil; Türkiye’nin devlet-toplum ilişkisinde yeni bir eşiğin işareti olarak da okunabilir.

Kimileri için bu bir “açılım jesti”, kimileri için ise Anayasa’ya aykırı bir meydan okuma. Ama belki de asıl mesele ne jestin doğruluğu ne de Anayasa’nın katılığı. Belki de asıl soru, şimdiye kadar pek kimsenin sormadığı şu:

Yazının Devamı

Nasıl uygun görürseniz mi?

Türkiye siyaseti, yine ilginç bir paradoksla karşı karşıya.

Bir yanda “barış dili” çağrıları yapılıyor, öte yanda o dili kim kuracak sorusuna kimse cevap vermiyor. DEM Partili Pervin Buldan, Öcalan’ın medya diline dair eleştirilerini aktarırken “AKP’nin medyayı, yargıyı, siyaseti, hayatın her alanını dizayn ettiğini” söylüyor ama hemen ardından “bu gücü barış dili için kullansın” diyor.

Durup düşünelim:

Yazının Devamı

Bu kaçıncı ateşkes

Ortadoğu’da ateşkesleri saymak, mevsimleri saymak gibidir. Her yıl biri biter, biri başlar; ama toprak hep aynı kalır; suskun, yorgun, silahların gölgesinde. Şimdi yeni bir “ateşkes” daha konuşuluyor. Fakat bu kez ne tanklar çekiliyor ne cepheler boşalıyor. Bu kez ateşkes, bankaların, diplomatik imzaların ve savunma ihalelerinin diliyle ilan ediliyor.

Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) bölgeye dönüşü, askeri üsten değil, ticaret ofislerinden başladı. Trump’ın ikinci döneminin ilk yılında açıklanan anlaşmalara bakınca tablo açık; artık barış da savaş kadar pahalı. Suudi Arabistan’la yapılan 142 milyar dolarlık savunma paketi, helikopterden hava savunma sistemine, mühimmattan bakım anlaşmalarına kadar uzanıyor. Üzerine eklenen 600 milyar dolarlık enerji, yapay zekâ ve veri merkezi taahhütleri ise bu silahların sessiz ortakları.

Peki, bu kadar silah kimin barışını sağlıyor? Silahların garantisi, ateşkesin teminatı olabilir mi? Bir ülke aynı anda hem alıcı hem arabulucu olabilir mi?

Yazının Devamı

Barışın dili mi?

Barışın dili kimin dilidir ve o dili kimin tarif etme hakkı vardır?

Türkiye yeniden “barış” kelimesinin etrafında dönüyor.Ama her defasında aynı soruyla başlıyoruz:Bu ülkede barışın dili kimin dilidir?Ve daha önemlisi — o dili kim tarif etme hakkına sahiptir?

Yazının Devamı