Barışın dili mi?

İnanç Uysal

İnanç Uysal

Tüm Yazıları

Barışın dili kimin dilidir ve o dili kimin tarif etme hakkı vardır?

Türkiye yeniden “barış” kelimesinin etrafında dönüyor.
Ama her defasında aynı soruyla başlıyoruz:
Bu ülkede barışın dili kimin dilidir?
Ve daha önemlisi — o dili kim tarif etme hakkına sahiptir?

Meclis’te kurulan Barış ve Kardeşlik Komisyonu, toplumun yarım asırdır taşıdığı ağır yükü hafifletme amacıyla oluşturuldu.
Ancak mesele yine “dil”den açıldı. DEM Parti Eş Genel Başkanı Pervin Buldan, Abdullah Öcalan’ın “medyanın dilinden rahatsız olduğunu” söyledi.

Peki binlerce insanın ölümünden sorumlu bir terörist, şimdi bize hangi dille konuşmamız gerektiğini mi söylüyor?
Yoksa bu da “barış” adı altında şiddetin yeni bir sözcülüğü mü?

Son haftalarda Meclis sıralarında “Biji Serok Apo” sloganları yankılanıyor.
Barışın evi olan bir kurumda, bu slogan neyin simgesidir?
Barış mı, yoksa toplumun hafızasını yeniden kanatma arzusu mu?

Şehit çocukları bu sesleri duyunca ne hissediyor?
Evladını kaybeden bir anne, bu “barış” kelimesine nasıl inanabilir?

Barış, ölülerin sessizliğinde yükselmez.
Barış, o ölümlerin nedenini açıkça konuşabilen bir vicdanda yükselir.
Ve o vicdanın sesinin, Öcalan tarafından medyaya verilecek bir ‘nota’dan çıkması beklenemez.

ÇOK DİLLİLİK Mİ, ÇOK PARÇALILIK MI?

DEM cephesi yıllardır “çok dillilik” talebini dillendiriyor.
Ama şu soruyu sormak gerekmez mi?

“Ulus-devletin ortak dili yerine çok dillilik getirilirse, bu bir zenginlik midir, yoksa çözülmenin başlangıcı mı?”

Dünya örnekleri bize düşündürücü yanıtlar veriyor:
*Belçika’da üç dil var ama ülke iki ayrı devlet gibi yaşıyor.
*İsviçre’de dört dil konuşuluyor ama güçlü federal yapı olmasa çoktan dağılırdı.
*Hindistan’da dil çatışmaları etnik gerilimleri körüklüyor.
*İspanya’da Katalonya, bağımsızlık talebini dil üzerinden meşrulaştırıyor.

Peki bizde “çok dillilik” demokratik bir hak mı, yoksa siyasi bir manevra mı?
Bir ulus-devlet, ortak dilini korumazsa, bir arada yaşama inancını da koruyabilir mi?

Bugün DEM’in diliyle iktidarın dili arasında tuhaf bir paralellik var.
Bir yanda iktidar, “yeni anayasa”, “yeni Türkiye”, “demokratik açılım” diyor.
Öte yanda DEM, aynı kelimeleri başka bağlamlarda kullanıyor.

Peki bu iki tarafın “barış” derken kastettiği şey aynı mı?
Yoksa biri iktidarını, diğeri meşruiyetini güçlendirmek için mi aynı kelimelere sarılıyor?

Barışın dili kimin elinde bir araç haline geldi?
Ve bu dilin kurbanı kim: toplum mu, vicdan mı, yoksa hafıza mı?

ŞİDDETİN MİMARI BARIŞIN SÖZCÜSÜ OLABİLİR Mİ?

Abdullah Öcalan’ın “medyanın dili beni rahatsız ediyor” sözü, yalnızca bir eleştiri değil — bir dil kontrolü denemesidir.
Ama barışın dili, en çok onun susturduğu insanlarda saklı değil mi?

Köyleri yakılan, çocuklarını kaybeden, kardeşini toprağa veren insanlar hangi kelimelerle konuşsun?
Bir ülke, şiddetin mimarının dilini merkeze alırsa, kendi dilini kaybetmez mi?
Ve bir toplum kendi dilini kaybederse, barışı hangi kelimeyle kurar?

DEM’in çok dillilik talebi, teorik olarak bir “hak talebi”dir.
Ama pratikte, örgüt söylemiyle iç içe geçmiş bir siyasal stratejidir.
Dil üzerinden meşruiyet kazanmak, silahın yerini kelimelerin alması değildir.
Aksine, kelimeler artık silahın yeni biçimi haline geliyor.

Ulus-devletler çok dilliliği yasaklamakla değil, onu siyasi araç haline getirenlerle mücadele ederek ayakta kalır.
Çünkü çok dillilik, adaletle değil, ajandayla inşa edilirse; barışın değil, parçalanmanın dili olur.

Tarih bize hep şunu hatırlatmadı mı?
Ulusların çöküşü, dillerin zenginleşmesiyle değil; dillerin ayrı ayrı iktidar iddialarına dönüşmesiyle başlar.

BARIŞIN GERÇEK DİLİ ADALETTİR

Dünya örnekleri açık:
Silahlar susmadan, barışın dili kurulmaz.
IRA, FARC, ETA… Hepsi önce şiddeti terk etti, sonra konuştu.

Bizde ise hâlâ silahın gölgesi bile kalkmadan dilin tonuna karışıyoruz.
Öcalan’ın “rahatsız” olduğu dil, aslında toplumun adalet duygusunun dili.
O rahatsızlık, barıştan değil, hesap vermekten duyulan rahatsızlık.

Peki barış gerçekten dilde mi başlar, yoksa adalette mi?

Bu ülke, barışı isterken kendi dilinden vazgeçmemeli.
Çünkü o dil, sadece Türkçenin değil; bu topraklarda birlikte yaşamış herkesin ortak sesidir.
Barışa giden yol, dili çoğaltarak değil, dili ortaklaştırarak açılır.

Belki de artık şu soruyu sormanın zamanı geldi:

“Barış kaç dilde söylenirse barış olur?”

Barış, çok dillilikle değil; çok adaletle mümkündür. Şiddetin mimarları “rahatsız oldular” diyorsa, rahatsızlık bu ülkenin vicdanına değil, onların yüzüne yazılmıştır.