‘Büyü’müşüz

İnanç Uysal

İnanç Uysal

Tüm Yazıları

TÜİK’in rakamları, yılın üçüncü çeyreğinde Türkiye ekonomisinin “büyüdüğünü” söylüyor. Ancak bu büyüme, milyonlarca vatandaş için cep değil, cüzdandaki deliklere su dökmekten öte bir anlam ifade etmiyor. Çünkü büyüme istatistiklerde kalırken, gerçek hayat pahalılığıyla yüz yüze kalan halk için her yeni gün daha zorlu hale geliyor. Ekonomi büyüyor deniyor ama vatandaş her geçen ay daha az alabiliyor, daha zor geçinebiliyor.

Resmî enflasyon verilerine göre yıllık artış yüzde 30’un üzerinde seyrediyor. Gıda fiyatlarındaki yükseliş ise çok daha yakıcı. Ekmek, süt, peynir, yağ, sebze ve meyve artık dar gelirli bir ailenin sofraya düzenli koymakta zorlandığı ürünler haline geldi. Market raflarıyla maaş bordrosu arasındaki mesafe açıldıkça açılıyor. Bir yandan “büyüme” söylemi sürerken, diğer yandan vatandaş alışveriş sepetini yarı yarıya doldurmak zorunda kalıyor.

Ekonomideki bu tablo, “Büyümeden kim faydalanıyor?” sorusunu daha da görünür hale getiriyor. Gelir dağılımı verileri, sorunun cevabını açıkça veriyor. En yüksek gelire sahip yüzde 20’lik kesim, toplam gelirin yaklaşık yarısını alırken, en alt yüzde 20’lik kesime düşen pay yüzde 6 civarında kalıyor. Yani ülkede yaratılan ekonomik değerin büyük bölümü çok küçük bir kesime gidiyor, geri kalan büyük çoğunluk ise artan yaşam maliyetleriyle baş etmeye çalışıyor.

Bu adaletsizlik, sadece bir ekonomik eşitsizlik değil, aynı zamanda toplumsal bir kırılmanın da işareti. Çünkü büyüme, yalnızca belli sektörlerde ve belli kesimlerin cebinde hissediliyorsa, toplumun geniş kesimleri kendini bu “başarı hikâyesinin” dışında bırakılmış hissediyor. İnsanın kendi yaşamında bir karşılığı olmayan büyüme, kuru bir rakamdan ibaret kalıyor.

Üstelik büyümenin dayandığı alanlar da dikkat çekici. İnşaat ve hizmet sektörleri öne çıkarken tarımın daraldığı, sanayi üretiminin ise istenilen düzeyde artmadığı görülüyor. Bu, uzun vadeli ve sürdürülebilir bir kalkınma modeli değil; daha çok şehir betonuna, tüketime ve borçla büyüyen bir ekonomi anlamına geliyor. Tarımın küçülmesi demek, küçük üreticinin, çiftçinin üretimden kopması, kırsalın daha da yoksullaşması demek. Üreten değil, tüketen ve borçlanan bir toplum yapısı güçleniyor.

Borçluluk da bu tablonun en çarpıcı göstergelerinden biri. Nüfusun önemli bir bölümü kredi kartı ve tüketici kredileriyle yaşamını döndürmeye çalışıyor. İnsanlar artık yalnızca ev ya da araba almak için değil, temel ihtiyaçlarını karşılamak için de borçlanıyor. Kredi kartı ekstreleri bir nevi ikinci fatura haline gelmiş durumda. Bu durum büyüyen değil, aslında geleceğini ipotek altına alan bir toplum gerçeğine işaret ediyor.

Siyaset kurumu ise çoğu zaman bu tabloyu görmezden gelerek büyüme oranlarını, büyük projeleri ve makro ekonomik başarıları öne çıkarıyor. Televizyon ekranlarında, kürsülerde ve basın toplantılarında “büyüme”, “istikrar”, “yatırım” kelimeleri yankılanıyor. Ancak mahallede, pazarda, toplu taşımada konuşulan tek şey geçim sıkıntısı. Bu iki farklı söylem, yani yukarıdan bakıldığında çizilen pembe tablo ile aşağıdan yaşanan gerçeklik, toplumsal bir kopukluğa dönüşüyor.

Bugün halkın gündeminde büyüme oranı yok, dolar kuru grafiği yok, bütçe dengeleri yok. Halkın gündeminde kira var, fatura var, mutfak masrafı var, okul harçlığı var. Ve bütün bu kalemler, her ay biraz daha kabarıyor. Bir baba, çocuğuna istediği ayakkabıyı alamıyorsa; bir anne, pazar alışverişinde etiketleri defalarca kontrol etmek zorunda kalıyorsa; bir genç, geleceğini bu ülkede kurup kuramayacağını sorguluyorsa; orada büyümeden bahsetmek sadece rakamsal bir tesellidir.

Gerçek büyüme, toplumun en alt kesimine kadar hissedilen büyümedir. Gerçek refah, yalnızca şirket bilançolarında değil, mutfakta, evde, sokakta, çocukların yüzünde görülen refahtır. Eğer bir ülkede büyüme var denirken halk her geçen gün biraz daha yoksullaşıyorsa, orada büyüme değil, derinleşen bir adaletsizlikten söz etmek gerekir.

Ve şimdi soruyu daha açık, daha net soralım: Bu büyüme kimin büyümesi? Marketten eli boş dönenin mi, kirayı denkleştirmeye çalışan emeklinin mi, harçlığını hesaplayan öğrencinin mi, sabahın köründe işe gidip akşam yorgun argın dönen işçinin mi? Eğer bu büyüme onların hayatına dokunmuyorsa, çocuklarının tabağına, geleceğine, umuduna yansımıyorsa; o zaman bu büyüme kâğıt üzerinde bir masaldan öte nedir? Gerçekten büyüyen bir ülke miyiz, yoksa sadece yoksulluğa ve umutsuzluğa mı alışıyoruz?