İrlanda mı, Türkiye mi? Çözümün adresi başkalarının tarihi olamaz

İnanç Uysal

İnanç Uysal

Tüm Yazıları

Sürekli örnek gösterilen “İrlanda modeli”, Türkiye’nin kendi gerçekliğini açıklamaya yetmez. Çünkü orada bir sömürge vardı, burada ise ortak bir vatan var. İrlanda’ya gitmek, çözümü ithal etmek değildir; ama çözümün ithali, meseleyi kökünden anlamamaktır.

Bir ülke, kendi tarihini unutmaya başladığında, başka ülkelerin hikâyelerini model olarak seçer.
Bugün yeniden gündeme getirilen “barış ve kardeşlik süreci” tartışmalarında, “İrlanda modeli”ne öykünme tam da bu unutkanlığın ürünü.
Bir komisyon oluşturulacak, bir heyet İrlanda’ya gidecek, orada barış süreci nasıl yürütülmüş, ne öğrenilebilir, buna bakılacak deniyor.

Ama sormak gerek:
Üç günlük bir İrlanda gezisinde hangi tarih okunabilir?
Yüzyıllarca süren bir sömürge geçmişinden “model” çıkarılır mı?
Dahası, Türkiye’nin kendi tecrübesini dışarıdan bir reçeteye mi çevireceğiz?

İrlanda örneğini hatırlayalım.
19. yüzyılda İngiltere, İrlanda’nın neredeyse tek geçim kaynağı olan patates tarlasına el koydu.
İrlanda’yı kıtlığa, yoksulluğa, ardından da kitlesel göçe mahkûm etti.
Mesele tarım değil, siyasetti: İngiltere, İrlanda’yı ekonomik olarak diz çöktürüp kimliğini unutturmak istiyordu.
O açlık yıllarında, dünyanın öbür ucundan bir Kızılderili kabilesi 700 dolar yardım gönderdi.
Osmanlı Sultanı Abdülmecid ise iki gemi dolusu yardım yollamak istedi.
İngilizler izin vermedi.
Sonra da utanmadan “biz 1000 dolar yardım yapıyoruz, fazlasına gerek yok” dediler.
Sömürgeci kibri böyle bir şeydir; hem aç bırakır, hem merhameti de tarif eder.

Ama İrlanda halkı, Osmanlı’nın yardım elini uzattığını öğrendi.
Bugün Drogheda kentinin futbol kulübü armasında Osmanlı tuğrası varsa, o hatıradır.
O bir “model” değil, insanlığın unutmadığı bir borçtur.

Bugün Türkiye’de kimi siyasetçiler, “barış süreci”nin yeniden canlanabileceğini ima ederken İrlanda örneğini gündeme getiriyor.
Ancak bu karşılaştırma, tarihi değil, siyaseti yüzeysel okumaktan ibaret.
İrlanda örneği, bir sömürge halkının bağımsızlık mücadelesidir.
Türkiye’nin durumu ise, aynı devletin, aynı milletin içinde adalet, eşitlik ve huzuru yeniden kurma çabasıdır.

Birinde devlet yabancıydı, ötekinde devlet bizzat bu toprakların kendi kurumudur.
Birinde işgal vardı, ötekinde ortak kader.
Birinde kurtuluş dışarıya karşıydı, ötekinde mesele içerideki dayanışmayı yeniden inşa etmek.

Bu kadar temel fark varken, “İrlanda modeli”ni örnek almak, çözümü dışarıdan ithal etmeye çalışmak değil midir?
Ve dahası:
O süreçte yaşananların Türkiye’ye kazandırdığı bir şey oldu mu gerçekten?

Çözüm süreci, Türkiye’nin demokratikleşme tarihinin en riskli dönemlerinden biriydi.
Devletin otoritesi geri çekildi, kamu gücü bazı bölgelerde sessiz kaldı, “süreç bozulmasın” diye güvenlik birimleri beklemeye alındı.
Ancak siyaset, bu boşluğu dolduramadı.
Silahın gölgesinde müzakere yapılamazdı.
Süreci yürütenler, halkın meşru taleplerini duymak yerine, örgüt diliyle konuşmaya başladılar.

Devletin dili yumuşarken, dağdaki ses sertleşti.
Kentlerde “özyönetim” çağrıları yükseldi, barikatlar kuruldu, hendekler kazıldı.
Barış kelimesi, sahada sessizliğe, şehirde bölünmeye dönüştü.

İrlanda modelini örnek alanlar, belki süreci “normalleştirme” niyetindeydi.
Ama Türkiye, hiçbir zaman İngiltere’nin İrlanda’ya davrandığı gibi bir işgal gücü olmadı.
Kürt vatandaş bu ülkenin asli unsuru, bu vatanın ortağıydı.
Dolayısıyla burada yürütülmesi gereken süreç, devlet–örgüt değil, devlet–vatandaş diyaloğuydu.
Ne yazık ki bu fark göz ardı edildi.

Bugün yeniden “İrlanda’ya gidelim, bakalım” deniliyor.
Oysa o heyet, İrlanda’ya gitmeden de bütün raporları, müzakereleri, anlaşma metinlerini okuyabilir.
Sorun bilgi eksikliği değil; sorun, tarihsel bağlamı yanlış anlamakta.
Barış, başka bir ülkenin deneyiminden öğrenilmez.
Barış, kendi hafızandan, kendi tecrübenden, kendi acından öğrenilir.

Kısa bir İrlanda seyahati, çözümü dışarıda arayan bir zihniyetin göstergesidir.
Tıpkı IMF reçetelerini ekonomi için, AB raporlarını demokrasi için “tek yol” sayan alışkanlık gibi.
Oysa Türkiye’nin tarihi, başka milletlerin tarihine öykünmekten çok daha derin bir birikim taşır.

Osmanlı’nın İrlanda’ya yardım elini uzattığı o olay, tam da bu farkı hatırlatıyor.
O yardım bir “model” değil, bir vicdan hareketiydi.
Bir medeniyetin dünyaya bakışını, insana yaklaşımını anlatıyordu.
Bugün biz, o vicdani derinliği kaybedip başka ülkelerin politik çözümlerine yöneliyorsak, meseleyi yanlış yerden tutuyoruz demektir.

Çözüm süreci, tekrar başlayabilir mi?
Belki evet.
Ama o sürecin yeniden başlayabilmesi, başka modelleri taklit etmekle değil, geçmişte yapılan hataları cesaretle görmekle mümkündür.
Süreci yönetenler, bir daha “silah susarsa her şey çözülür” kolaycılığına düşmemeli.
Çünkü asıl sorun, silahın varlığı kadar, siyasetin o silaha mahkûm edilmesidir.

Barış, masa başında değil, adaletin tesis edildiği yerde başlar.
Adalet olmadan kardeşlik inşa edilemez.
Ve en önemlisi, hiçbir “model”, bu ülkenin kendi vicdanının yerini tutamaz.

Bugün İrlanda’ya gidecek heyet, belki güzel fotoğraflarla dönecek.
Bir rapor yazılacak, birkaç cümle “modelin uygulanabilirliği” diye eklenecek.
Ama o raporun satır aralarında yine aynı sorun duracak:
Türkiye’nin kendi hikâyesine yabancılaşması.

Barış, dışarıdan alınacak bir proje değil, içeriden yeşerecek bir iradedir.
İrlanda modeli belki İngiltere’nin geçmişine bir ders oldu; ama Türkiye’nin geleceğine bir yol haritası olamaz.

Bizim tarihimizde sömürge değil, dayanışma vardır.
Bizim coğrafyamızda ayrılık değil, ortak kader vardır.
Ve unutmamak gerekir:
Bizim çözümümüz, İrlanda’nın değil, Anadolu’nun tarihindedir.