İnanç Uysal

İnanç Uysal

Barışın kirli gölgesi: Meclis’te atılan sloganlar

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin duvarları, uzun zamandır böylesine keskin bir çelişkiye aynı anda tanıklık etmemişti. Bir yanda “umut hakkı”, “barış”, “kardeşlik” gibi kavramlar üzerinden toplumsal bir yumuşama dili kurulmaya çalışılıyor; diğer yanda aynı çatı altında terörle özdeşleşmiş bir ismin sloganları yankılanıyor. Bu kadar ağır bir sembolün, barışın diline bulaştırılması sadece siyasetin değil, toplumsal vicdanın da sınavıdır.

Son günlerde kamuoyunun gündemine oturan olay, TBMM’deki DEM Parti grup toplantısında yaşandı.

DEM Parti Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, konuşmasında “Öcalan’ın özgürlüğü için yürüyen kadınlardan” söz ederken salonda bir anda “Biji Serok Apo” sloganları yükseldi.

Yazının Devamı

Şiddet, eğitim, hukuk ve ekonomi

Hadi hep beraber son 1 ayda yaşadıklarımızı başka bir açıdan şöyle bir hatırlayalım. Elbette bir ay çok uzun bir süre ve benim de bunları aklımda tutacak bir performans göstermem mümkün değil. O sebeple konu ile ilgili her türlü desteğe açığım.

Fakat zaten başka bir açıdan diyerek konuyu oldukça daralttım. Şimdi de adını koyalım sadece ülkemizde yaşanan şiddet olaylarını hatırlamayı deneyelim. Bir ay da aslında çok uzun oldu sanki, Sanırım süreyi daraltırsak daha kolay ulaşırız sonuçlara.

Ama meselemiz rakamlar değil. Öyle olsa, belki de diktatör olarak tanımlandığı için kimsenin Stalin’e atfedilmesine pek de itiraz etmediği "1 ölüm trajedidir, 1 milyon ölüm istatistik" sözünü haklı çıkarma riskini de göze alıyoruz demek olur. Yeri gelmişken belirtelim, sözü söyleyenle ilgili en güçlü ihtimal bir Fransız diplomat tarafından söylendiğine dairdir. Bir bakış açısını anlatmak açısından son derece önemli bir sözdür.

Yazının Devamı

Yine yeniden koalisyon mu?

Başkanlık sistemi Türkiye’ye hangi vaatle geldi? Hatırlayalım; 2017 referandumunda halka “koalisyonlara son verilecek, güçlü ve istikrarlı yönetim gelecek” denmedi mi? Yıllardır siyasetçiler “koalisyonlar kriz doğurur” diyerek toplumu ikna etmeye çalışmadı mı? Peki bugün altı yıl sonra gördüğümüz manzara ne? Koalisyonların hiç de bitmediği, tam tersine başka biçimlerde geri döndüğü değil mi?

Asıl ironik olan şu; Parlamenter sistemde seçimlerden sonra partiler arasında yapılan pazarlıkların yerini, başkanlık sisteminde seçim öncesi ittifak arayışları aldı. Yani koalisyonlar sadece isim değiştirdi, daha da zorunlu hale geldi. Öyleyse soralım; 50+1 şartı, Türkiye’yi gerçekten daha güçlü mü kıldı, yoksa siyaseti sürekli “ittifak mühendisliğine” mahkûm mu etti?

Sistemin ilk sınavı 2018 seçimleriydi. AKP tek başına iktidar olabilseydi, MHP’ye ihtiyaç duyar mıydı? Erdoğan’ın yüzde 52,6 ile kazandığı o seçim, aslında Cumhur İttifakı’nın “zorunlu doğum” anı değil miydi?

Yazının Devamı

“Seni başkan yaptırmayacağız”dan bugüne, hafıza krizi

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yeni yasama yılı açılışı, sadece Erdoğan’ın konuşması ya da CHP’nin salonu boykot etmesiyle değil, verilen semboller ve hatırlatılmayan figürlerle de kayda geçti. CHP’nin yokluğunda DEM Partisi sıraları doluydu; milletvekilleri Erdoğan’ı ayakta karşıladı, tokalaştı, gülümseyen fotoğraflar servis edildi. İlk bakışta bu, olağan bir parlamenter görüntüydü. Ama siyasette fotoğrafların anlamı içeriklerinden büyüktür. Ve bu fotoğraf, ister istemez şu soruyu gündeme taşıdı: Demirtaş unutuldu mu?

Bu sorunun cevabı, “Demirtaş’ın şahsı unutuldu mu?” değil, “Demirtaş’ın temsil ettiği siyasi hat, özellikle de ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ retoriği, bugün hâlâ hatırlanıyor mu?” şeklinde sorulmalı. Çünkü Türkiye siyasetinde 2015 yazının o kısa ama sarsıcı cümlesi, yalnızca bir seçim sloganı değildi; bir dönemin muhalefet ruhunu özetleyen en net ifadeydi.

Selahattin Demirtaş, 7 Haziran 2015 seçimlerine giden süreçte “Seni başkan yaptırmayacağız” dediğinde, aslında sadece Erdoğan’a meydan okumuyordu. Aynı zamanda Türkiye’de muhalefetin dağınık enerjisini toplayan, merkez sol ve Kürt siyaseti arasında köprü kuran, demokrasi arayışını somutlaştıran bir söylem ortaya koyuyordu.

Yazının Devamı

Ekonomik programın gizli hedefi: İç piyasayı daraltmak mı?

Geçen hafta bir dostum, bozulan çamaşır makinesini değiştirmek için mağazaya gitti. Fiyatlara bakınca tek kelime edememiş. “Taksit sayısı sınırlı, faiz yüksek, kredi kartı limiti yetmiyor. Mecburen tamire devam” dedi. Bu küçük hikâye, aslında bugün beyaz eşya sektörünün raporlarına yansıyan büyük tablonun bire bir özeti. Vatandaş alamıyor, üretici satamıyor, fabrikalar kapasite düşürüyor.

Bu durumun sadece bir sektörle sınırlı bir daralma olduğunu varsaysak bile bu durumun domino etkisini de inkar etmek mümkün olmayacaktır diye düşünüyorum.

Temmuz ayı beyaz eşya verileri, uzun süredir dillendirilen “ekonomi dengeleniyor” söylemini sorgulatacak nitelikte. Sektör raporlarına bakıldığında Ocak–Temmuz döneminde üretimde yüzde 9, iç satışlarda yüzde 9, ihracatta ise yüzde 7’lik gerileme var. Tek aylık bazda bakıldığında tablo daha da sert; Temmuz’da üretim yüzde 13, iç satış yüzde 14, ihracat yüzde 15 düşmüş durumda. Türkiye Beyaz Eşya Sanayicileri Derneği (TÜRKBESD) de ilk 6 ayda iç satışların yüzde 8, ihracatın yüzde 5 gerilediğini doğruluyor.

Yazının Devamı

Osmanlıcılık fikrinin okşayıcı tehlikesi ve Heybeliada Ruhban Okulu

Türkiye’de son haftalarda yeniden gündeme gelen Heybeliada Ruhban Okulu tartışması, tek başına bir eğitim kurumu meselesi değil. Patrik Bartholomeos’un diplomatik temasları, ABD’de dillendirilen mesajlar ve Ankara’daki yeni siyasi konjonktür, konuyu yalnızca bir “din özgürlüğü” çerçevesinin ötesine taşıyor. Burada bizi bekleyen, romantik bir Osmanlı nostaljisinin yarattığı okşayıcı bir tehlike var: ulus-devletin meşruiyetini ve sınırlarını bulanıklaştırmak.

Burada yayımlanan “Millet Sistemi” başlıklı yazıda hatırlattığımız gibi, Osmanlı’daki millet sistemi azınlıkların hukuku üzerine inşa edilmişti; yani her cemaat kendi iç hukukunu, kendi liderliğini ve kendi eğitim kurumlarını idare eder, devlet ise bu farklılıkların üzerinde bir hakem konumundaydı. O yazıda şöyle demiştik: “Osmanlı millet sistemi, gayrimüslim topluluklara devlet içinde devlet olma imkânı tanıyordu. Bugün ise yalnızca Müslüman unsurlar için farklı bir yapılanma teklif ediliyor.” Bu hatırlatma, bugünkü tartışmaları anlamamız için kilit bir nokta. Osmanlıcılık fikri hâlâ cazip görünüyor çünkü çeşitliliği yönetmenin, çoğulculuğu kurumsallaştırmanın eski bir reçetesini hatırlatıyor. Ancak bu reçetenin aynı zamanda egemenlikten feragat anlamına geldiğini unutmamak gerekir.

Geçtiğimiz günlerde hem ulusal hem uluslararası basında dikkat çeken haberler çıktı. Patrik Bartholomeos’un ABD’deki temaslarında Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılmasının “Türkiye’nin imajını düzeltecek bir adım” olarak sunulduğu bildirildi. Milli Eğitim Bakanlığı düzeyinde okulun statüsü, müfredatı ve yönetimi konusunda bir çalışma yapıldığına dair bilgiler sızdı. Erdoğan’ın yaklaşan ABD ziyareti öncesinde okulun açılması meselesinin diplomatik pazarlık başlıklarından biri haline geldiği belirtildi. Çeşitli gazetelerde, okulun açılmasının sadece dinî eğitim değil, Patrikhane’nin “ekümeniklik” iddiasını güçlendireceği vurgulandı. Bütün bu gelişmeler Türkiye’de bazı kesimler tarafından “din ve vicdan özgürlüğü” kapsamında olumlu bir adım olarak yorumlanıyor. Oysa meseleye egemenlik perspektifinden bakıldığında tablo farklı görünüyor. Ruhban Okulu yalnızca bir seminer değil, ulus-devletin kontrol alanında yeni bir hukuk ve statü zemini yaratabilir.

Yazının Devamı

“O ne özgüven o”

Türkiye’de siyasetin en tartışmalı yanlarından biri, makamın sağladığı gücün, istifa ya da görevden alınma sonrasında bile devam edebilmesi. Uzun yıllar Ankara’yı yöneten ve Türk siyasetinde güçlü bir figür hâline gelen Gökçek ailesi, bu durumun en görünür örneklerinden biri olarak öne çıkıyor. Haklarında onlarca iddia bulunmasına, bu iddiaların bazılarını kendi partililerinin dahi dillendirmiş olmasına rağmen, kendilerini “aklanmış” saymaları ve siyaseten hâlâ çok rahat davranmaları, aslında Türkiye’deki hesap verilebilirlik krizinin bir yansımasıdır.

Türkiye’de istifa etmek veya görevden alınmak çoğu kez “temizlenmek” anlamına geliyor. Kamuoyunda “yolsuzluk” ya da “usulsüzlük” iddialarıyla anılan pek çok isim, makamı bıraktıktan sonra kendini otomatik olarak “aklanmış” kabul edebiliyor. Oysa demokratik ülkelerde istifa bir süreçtir; sorumluluğun devri anlamına gelir ama aynı zamanda soruşturmanın önünü açar. Bizde ise tam tersi: Görevden ayrılmak çoğu zaman bir “kurtuluş” reçetesi hâline geliyor.

Gökçek ailesinin bugünkü konumuna baktığımızda bu tablo açıkça görünüyor. Melih Gökçek’in Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan ayrılışı, uzun süre “siyasi baskı” ve “parti içi operasyon” bağlamında tartışıldı ama o günden bugüne haklarında açılmış kapsamlı ve bağımsız bir soruşturma olmadı. Bu durum sadece hukukun işleyişiyle ilgili değil, aynı zamanda siyasî kültürümüzle de ilgili bir mesele.

Yazının Devamı

Frekanstan algoritmaya medya savaşları

1950’lerde ABD’li oryantalist Daniel Lerner’in Ortadoğu’da yaptığı anketler, dönemin masum sosyal bilim çalışmaları gibi görünüyordu. Oysa arkasında dönemin yeni istihbarat gücü CIA vardı. Radyo yayınları, özellikle Voice of America, Radio Free Europe ve BBC Arapça gibi projeler, yalnızca haber vermek değil, toplum mühendisliği yapmak için kullanılıyordu. Bu yayınlar aracılığıyla kitlelerin modernleşmeye, Amerikan değerlerine ve Soğuk Savaş mantığına “ısındırılması” hedefleniyordu. Lerner’in meşhur araştırması “The Passing of Traditional Society” aslında bir saha notundan çok daha fazlasıydı: Frekanslar üzerinden zihin haritası çizme girişimi.

Bugün bu frekansların yerini algoritmalar aldı. Facebook, Instagram, X (Twitter), TikTok gibi platformlar yalnızca eğlence veya iletişim alanı değil, siyasetin, kimliğin ve kültürel yönelimlerin belirlendiği arenası hâline geldi. Ortadoğu ve Türkiye gibi hedefe konulan yerlerde bu platformlar, kamusal alanın yerini aldı. Artık kimin neyi göreceğini, hangi olayın nasıl “trend” olacağını, hangi tartışmanın alevleneceğini büyük ölçüde bu şirketlerin kodları belirliyor.

Bu tabloyu görmek için son on yıldaki örneklere bakmak yeterli.

Yazının Devamı

Bu sefer ‘Affını istemek yerine istifa’

AKP’de il başkanlarının art arda istifası bir tesadüf mü? Barış ve Kardeşlik Komisyonu’ndan kayyımlara, ekonomiden ittifak dengelerine kadar her yeni hamle, sahadaki teşkilatları zorluyor. Affını istemek yerine istifa eden il başkanları, aslında Ankara’ya ne söylüyor?”

AKP’de bir şeyler oluyor ama kimse yüksek sesle konuşmak istemiyor. Elazığ, Muğla, Adıyaman, Niğde, Bitlis, Çanakkale, Ordu derken bugün Tunceli İl Başkanı da istifa etti. Bu sadece birkaç ilin hikâyesi mi, yoksa parti içinde derin bir fay hattının kırılması mı? Peki neden bu kadar kişi “görevden affımı istiyorum” demiyor da “istifa ediyorum” diyor? Bu farkın altını kim çizecek?

Bugün iktidarın tam kalbinde yeni bir süreç başlıyor. “Çözüm süreci” diye yıllardır kulislerde dolaşan kavram artık bir dedikodu değil; TBMM’de kurulan Barış ve Kardeşlik Komisyonu ile resmi bir adım hâline geldi. Üstüne bazı belediyelere kayyımlar atanıyor; yerel yönetim hamleleri Kürt meselesinden yerel demokrasiye kadar pek çok hassas alanı yeniden ısıtıyor. Bu tabloyu sahada kim taşıyacak? Elbette il teşkilatları. Peki onlar ne diyor? Ne hissediyor? Sadece sağlık sorunları mı var, yoksa biriken bir öfke mi var?

Yazının Devamı

Türkiye Doğu’ya mı dönüyor, Batı’ya mı mesaj veriyor?

Türkiye son yıllarda bir yol ayrımında mı? 2019’da Devlet Bahçeli’nin NATO için söylediği “komada” ifadesi bugün Çin ve Rusya ile ittifak ihtimaline dönüşürken, akıllara aynı soru geliyor: Türkiye gerçekten Batı ittifakından uzaklaşıyor mu, yoksa bu sadece bir uyarı mı? Suriye’deki “adı PKK olmayan” yapılar, ABD ve İsrail’in bölgedeki rolü, Ortadoğu’nun giderek karmaşıklaşan dengeleri bu soruyu daha da yakıcı kılmıyor mu?

2019’da NATO için “komada” diyen Devlet Bahçeli, bugün Rusya ve Çin ile bir ittifak ihtimalinden söz ediyor. Bu söylem gerçekten bir dış politika yön değişiminin işareti mi, yoksa Washington’a gönderilen yeni bir uyarı mı? Türkiye’nin NATO’daki yeri, Suriye’de “adı PKK olmayan” yapılarla ABD’nin ve İsrail’in kurduğu ilişkiler ve Ortadoğu’nun derinleşen krizleri göz önüne alındığında bu soruyu sormak gerekmiyor mu? Türkiye’nin güvenlik mimarisinin omurgasını oluşturan bir ittifakın geleceği gerçekten belirsizleşiyor mu, yoksa bütün bu tartışmalar sadece bir pazarlık masası hamlesi mi?

2019’un koşullarını hatırlamak, bugünü anlamak için şart değil mi? Trump yönetimi döneminde Ankara ile Washington arasında yaşanan gerilimler —Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi alınması, bunun sonucunda F-35 programından çıkarılma, ABD Kongresi’nin yaptırım tehditleri— Türkiye’nin NATO’daki konumunu zaten tartışmaya açmıştı. Aynı dönemde ABD’nin Suriye’nin kuzeyindeki YPG/SDG yapısını doğrudan fonlaması ve silahlandırması Ankara’da güvenlik kaygılarını en üst seviyeye çıkarmıştı. Bahçeli o günlerde NATO’yu “komada” olarak tanımlarken, aslında sadece kendi tabanına bir mesaj mı veriyordu, yoksa Türkiye’nin yönelişini mi işaret ediyordu? Bugün bu sorular daha da keskin bir biçimde önümüzde durmuyor mu?

Yazının Devamı

Cep telefonundan soframıza, nüfustan geleceğe: Kimin kontrolündeyiz?

Sosyal medyada bir video dolaşıyor: “Cep telefonu olan var mı? O zaman İsrail’in bir parçasını tutuyorsunuz.” Bu sözler gerçekten Netanyahu’ya mı ait bilinmez. Ama iddia edilen bu cümle bile bugünün çıplak gerçeğini gösteriyor: bilgi, teknoloji, gıda ve ilaç çağımızın en güçlü denetim araçları. Cep telefonlarımızdan soframıza, ilaç dolabımızdan nüfus politikalarımıza kadar hayatımızın her alanı artık dışarıdan etkilenebilir durumda.

Benjamin Netanyahu’nun son dönemdeki resmî açıklamalarında İsrail’in diplomatik izolasyona karşı kendi kendine yetmesi gerektiğini, savunma ve kritik üretim alanlarını elinde tutmasının önemini defalarca vurguladığını biliyoruz. Bu mesaj, Müslüman dünyaya ve Türkiye’ye şu soruyu sordurtuyor: Biz hâlâ kendi iç kavgalarımıza mı gömülüyüz, yoksa geleceğimizi kurtaracak stratejik adımları mı atıyoruz?

Bugün elimizdeki akıllı telefonlar yalnızca haberleşme aracı değil; aynı zamanda veri toplama, gözetleme ve yönlendirme sistemleri. Dinleme, gözetim, veri madenciliği artık distopik romanlarda değil, günlük hayatımızda. Veriyi üreten değil tüketen konumda olduğumuz sürece, cep telefonlarımız “başkalarının elinde bir kulak” olmaya devam edecek. Sadece devletler değil, küresel şirketler ve yabancı istihbaratlar da verimizi işliyor. Kısacası “telefonlarımız dinleniyor” artık mecaz değil; modern dünyada veriye hâkim olan, güce hâkim oluyor.

Yazının Devamı

Teferruat mı, demokrasi mi?

“Birisini otonom ve ayrı yaptığınız zaman ona zaten farklı muamele ediyorsunuz… Biz hiçbir zaman orada bir otonomi ya da özerklik arayışına ilişkin bir taviz olduğunu düşünmüyoruz.” Bu sözler Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’a ait.

PKK’nın silah bırakma sürecine dair “uluslararası desteğin örgütü tamamen silahsızlandırmaya yetmeyeceği” endişesini dillendirirken bir yandan da Orta Doğu’ya taşınan terör örgütlerinin “amaca uygun olmadığını” söylüyor. Aynı günlerde CHP yargı kararlarına rağmen komisyon masasında oturuyor; DEM Parti ise bunu “teferruat” sayıyor ve Numan Kurtulmuş, “Burası sizin endişelerinizin yeri değil” diyerek muhalefeti frenliyor. Peki bu masa gerçekten demokrasi için mi var, yoksa zorunluluklara uyum için mi?

Türkiye siyaseti bu sorunun etrafında dönüyor. Komisyon masasında CHP’nin “anayasal düzen içinde kalma” ısrarı ile DEM Parti'nin “öncelikler” listesi, güvenlik bürokrasisinden gelen uyarılarla birleştiğinde aslında hangi önceliğin ağır bastığına dair soru işaretleri üretiyor.

Yazının Devamı

Fırtınanın dışında kalanlar

Türkiye siyasetinde kimi zaman olayların merkezinde olmak kadar, o olayların dışında kalabilmek de belirleyicidir. CHP’nin İstanbul İl Kongresi etrafında kopan hukuki fırtına ve Meclis’teki Kardeşlik Komisyonu’nun giderek gerilen atmosferi, tam da böyle bir dönemi işaret ediyor. Bir yanda mahkeme salonlarında “geçici yönetim” tartışmaları, öte yanda Meclis koridorlarında “kardeşlik” kavramı üzerinden şekillenen ancak her geçen gün daha fazla karşıtlık üreten bir komisyon. Bu iki eksen, Türkiye’nin siyasî iklimine dair önemli sinyaller veriyor.

Bugün Ankara 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin aldığı “esastan ret” kararı bu tablonun merkezine bir işaret fişeği gibi düştü. Daha önce İstanbul 45. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin verdiği kayyum/tedbir kararı fiilen boşa düşerken CHP’ye kısa vadede bir meşruiyet nefesi sağlandı. Parti, en azından bu aşamada “kendini toparlama” fırsatı buldu; ancak süreç henüz kesinleşmiş değil, temyiz yolları hâlâ açık. Yine de bu gelişme, siyasetin tüm aktörlerine önemli bir mesaj veriyor: Bir yargı kararı, bir partiyi bir gecede zayıf veya güçlü kılabiliyor.

Bu durum, Meclis’te devam eden Kardeşlik Komisyonu’nun hassas dengeleriyle birlikte düşünüldüğünde daha da anlam kazanıyor. Komisyon başlangıçta “ortak akıl” umudu yaratmıştı; bugün ise farklı ideolojik blokların birbirine gözdağı verdiği, sert tartışmaların yaşandığı bir alana dönüşmüş durumda. CHP’nin kongre krizi de bu gerilimin yanına eklenince, muhalefet bloğu için siyasal risk artmıştı. Bugünkü karar bu riski bir nebze azalttı ama ortadan kaldırmadı. Yani hâlâ belirsizlik hâkim ve bu belirsizlikte, kavga alanının dışında kalan aktörler kendilerine “rahat ve farklı” bir konum yaratabiliyor.

Yazının Devamı

Gerçek usul kararının vatandaşa yansımasına ironik bakış

Bu hikayede geçen hemen her şey hayal ürünüdür. Sadece ilçelerin nüfusları ve o nüfuslara göre düzenlenen yeni vergiler gerçektir. Yazının sonunda ki taşınmalarla değişebilecek nüfus sayıları ise ironiktir.

Geçen gün Ordu’nun Perşembe ilçesinde bir kahveye oturdum. Akşamüstüydü; masalarda çay bardakları tütüyor, iskambil kâğıtlarının sesi kahveye yayılıyordu. Kepenkleri yeni kapatan esnaflar günün yorgunluğunu atmaya uğraşıyordu. Ben sadece kulak misafiri oldum, ama duyduklarım aslında ülkenin vergi politikasını özetliyordu.

Mehmet (taksici): – Ali, doğru mu duydum, dükkânı taşımaya niyetlenmişsin?

Yazının Devamı

Sahada Türk Millî Takımı, masada Türkiyelilik: Bu tiyatroya katılalım mı?

Türk Millî Takımları bu yaz tribünleri ayağa kaldırdı. Filenin Sultanları , 12 Dev Adam derken, futbol sahasında bile umut yeşermeye başladı. Ay-yıldızlı formayı giyen devşirme oyuncular vardı, ama kimse dönüp de “O aslında Türk değil” bile demedi. Tribünlerde ve ekranları başında milyonlar Türk Milli takımları için sevindi. Kimse kendileri adına mücadele eden bu çocukların kökenlerini sorgulamadı. Hatta renklerini bile, hep birlikte mutlu oldular.

Spor sahasının bu yalın gerçeği, siyasetin cilalı kavramlarını boşa çıkarıyor. Çünkü orada “Türklük mü, Türkiyelilik mi?” tartışması var. Anayasa’nın 66. maddesi “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” derken aslında konuyu kapatıyor. Ama Meclis’te komisyon kurup aynı cümleyi sündürmek, kavram mühendisliği yapmak çok daha cazip görünüyor.

Oysa mesele bambaşka tartışılması gereken şey, neden bizim çocuklarımızın Ay-yıldızlı formaya ulaşması için gerekli yatırımı yapmak yerine hazırı alıyoruz diye düşünebiliriz mesela ama o biraz yorucu elbette. Balkanlardan gelen çocuklar, devşirme siyahiler ve arada kendi çocuklarımıza yatırım yapan kulüplerimizin düştüğü ekonomik dar boğazlar. Basketbolda Banvit, futbolda Altınordu ne oldu neden üretime devam edemedi diye düşünen de soran da yok.

Yazının Devamı

İçeriden gelen sesler, muhalif görünümlü medya ve zorlaşan mücadele

CHP’nin yerel seçimlerde elde ettiği büyük başarı, yalnızca birkaç belediyeyi daha kazanmakla açıklanabilecek bir sonuç değildi. Halk, ekonomik krizin yükü altında ezilirken ve demokratik kanallar daralırken, sandıkta açık bir mesaj verdi: “Türkiye’de değişim mümkündür.” Bu mesaj, hem iktidarın yıllardır kurduğu siyasi dengeyi sarstı hem de muhalefete toplumun yeniden umut bağladığını gösterdi.

Ne var ki, bu başarının hemen ardından tanıdık bir manzara ile karşı karşıya kaldık. Önce bazı belediyelere dönük operasyonlar gündeme geldi. Elbette iktidarın öne sürdüğü iddialar önemlidir, yanlış yapan varsa mutlaka ortaya çıkarılmalıdır. Ancak bu tür işlemlerin neredeyse tamamının muhalefetin kazandığı ve görev yaptığı belediyelerde yoğunlaşması, ister istemez adaletin gerçekten eşit şekilde işleyip işlemediği sorusunu gündeme getiriyor. ,

Toplumun zihninde şu basit soru beliriyor: “Yanlış yalnızca muhaliflerde mi oluyor?”

Yazının Devamı

Barış masasında kırılgan bir temsil ikilemi

Türkiye siyasetinin iç açıcı bir işaret verdiği sanılırken, CHP’nin İstanbul İl Kongresi iptali ciddi bir siyasi ve hukuki kırılma ortaya koydu. Delegelerin iradesi yargı kararlarıyla askıya alınırken, partinin iç barış zemini de tartışmalı hale geldi. Delegelerin iradesinin yargı kararına takılması ifadesi burada hukuki bir anlamda kullanılmamıştır. Yani yargının bu uygulamasının hukuksuz olduğu gibi bir iddia içermemektedir. Onu konunun uzmanlarına bırakmak gerekir. Lakin yaşananların bir çok insan tarafından şüphe ile karşılandığı da bir gerçektir. Yargı burada tamamen bağımsız bir karar vermiş olsa dahi vicdanlarda durumun iktidar ve muhalefet için ayrı değerlendirmeler olarak algılanması kolayca engellenebilir değildir.

Tam bu sırada, TBMM’deki Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu toplanıyor ve hatta bu karar çıkarken de bir haftalık bir araya gidiyor tesadüfen. Kulislerde TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un kendi programı için bir hafta ara verildiği konuşulsa da CHP için verilen kararın tam da o haftaya denk gelmesi şimdi bir sürü soruyu da akla getiriyor.

DEM grubu, baro başkanlarının ve eski TBMM başkanlarının önerilerini öne çıkarıyor, demokratik sistemle barış inşasına vurgu yapıyor. Ancak bu iyi niyet hatları, kamuoyunda dolaşıma giren “talep listeleriyle” farklılaşıyor ve komisyon sonrasına yani karar verici olan TBMM'ye bırakılıyor gibi görünüyor.

Yazının Devamı

Siyasetin yöntem sorunu

Türkiye’de gelir dağılımı uzun süredir bozuluyor ve bu bozulma siyasetin en görünmez konularından biri haline getiriliyor. Oysa rakamlar saklanamayacak kadar açık: 2022’de Gini katsayısı 0,433 ile son yılların zirvesine çıktı. En zengin yüzde 20, ülke gelirinin yarısına yakınını alırken; en yoksul yüzde 20’nin payı yalnızca yüzde 5,9’a geriledi. Küçücük bir kesim, toplumun geri kalan dörtte üçünün toplamına denk geliri tek başına alıyor.

Bu tablo yalnızca ekonominin soğuk istatistiklerinde kalmıyor; hayatın her alanında hissediliyor. Bir işçi ay sonunu getirmek için ek iş peşinde koşarken, bir futbolcunun transferine tek kalemde milyonlarca euro ödenebiliyor. Bir öğretmen çocuğunun okul masraflarını denkleştirmeye çalışırken, popüler bir dizinin tek bölüm bütçesi yüzlerce ailenin yıllık geçim masrafına denk düşüyor. Bu karşılaştırmalar, toplumda derinleşen adaletsizlik duygusunu canlı tutuyor.

Oysa bu adaletsizliğe karşı en güçlü “savunma hattı” olması gereken sendikalar da büyük bir zafiyet içinde. 1970’lerde DİSK’in ya da 1990’larda kamu çalışanı sendikalarının kitlesel eylemleri, siyaset üzerinde baskı yaratırdı. Bugün ise birçok sendika bürokratikleşmiş, siyasete bağımlı hale gelmiş durumda. Çalışan kesim örgütsüzleşirken, emeğin sesi cılızlaşıyor; siyasetin de bu sesi duyması gerekmiyor. Sonuçta orta sınıfın yükü ağırlaşırken, siyasi gündem başka konularla dolduruluyor.

Yazının Devamı

Mini olaylar zincirinden anayasa kulislerine

Son günlerde art arda yaşanan küçük gelişmeler, Ankara’da aslında çok daha büyük bir tartışmanın işaret fişeği olarak görülüyor. İlk bakışta birbirinden kopuk gibi duran olayların, anayasa süreci bağlamında aynı zincirin halkaları olduğu konuşuluyor.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın, PKK’nın ve Suriye’deki uzantılarının silah bırakmadığının devlet tarafından bilindiğini ve buna göz yumulmayacağını açıklaması, kulislerde önemli bir eşik olarak not edildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ahlat’ta bu çıkışı daha da sertleştirmesi, bu söylemin devlet politikasına dönüştüğünü gösterdi.

Tam bu noktada gözler, sürecin ilk adımını atan Devlet Bahçeli’ye çevriliyor. Terörsüz Türkiye meselesini gündeme taşıyan, hatta bir “devlet politikası” şeklinde kodlayarak iç cepheyi güçlendirme amacına yönelik bir hamleye dönüşmesine öncülük eden de MHP idi. Ancak kulislerde konuşulan ihtimallerden biri, sürecin zamanla bir “Kürt anayasacılığı” tartışmasına dönüşmesi. Eğer tablo böyle seyrederse, MHP’nin fren rolü üstlenmesinin de kaçınılmaz olacağı bir gerçek. Ne yazık ki bu konuda alınmış tedbirler gibi algılanan ve siyaseten iktidarın belirleyicisi gibi görünen MHP’yi de bir şekilde zora sokabilecek hamleler de belirsizliği artırıyor. Bu durumda süreci başlatan MHP olası bir Anayasa değişikliğiyle sıkıştırılmaya çalışılıyor olabilir. En azından Ankara’da bu ihtimal ciddi şekilde konuşuluyor.

Yazının Devamı

Fuller’in hayali, bugünün gerçeği

2008’de Graham Fuller bir kitap yazdı: Yeni Türkiye Cumhuriyeti. O kitapta öyle bir Türkiye tarifi vardı ki, insan ister istemez soruyor: “Bu satırlar bir analiz miydi, yoksa bir rota çizimi mi?”

Fuller’e göre Türkiye; komşularıyla barışmış, Kürt sorununu çözmüş, ekonomisi şaha kalkmış, orduyu siyasetten uzaklaştırmış, AB’ye de kapıyı aralamış bir ülke olmalıydı. Bu tabloyu gördüğünde Batı rahat edecekti. Bir tek uyarı ekliyordu: “AB Türkiye’yi dışlarsa, ülke ister istemez Ortadoğu’ya kayar. Bunun sorumlusu biz değiliz.” Yani ne yaşanırsa yaşansın, ABD-İngiltere-İsrail üçgeninin hiçbir sorumluluğu olmayacaktı.

Bugün dönüp baktığımızda görüyoruz ki, Fuller’in çizdiği o rota sadece bir temenni değilmiş; bizzat uygulanmaya çalışılan bir senaryoymuş.

Yazının Devamı

Kayıttan pragmatizme: Komisyon, çelişkiler ve hesaplaşma söylemi

Dikkat ettiyseniz ben son iki yazıda dikte edilen gündemden halkın gündemine geçişle uğraşıyorum. Ama artık, halkın gündeminden biraz ayrılıp dikte edilen gündemin de halka yansıması noktasını da görmezden gelemeyecek bir noktadayız.

Bu noktaya evrileli epey oldu aslında ama umut işte belki siyasetin geneline sirayet etmiş Demirel Vecizesinin istisnaları vardır ve o istisnaların bu durumu değiştirmeye gücü yeter diye bekliyorum. Hala bekliyorum ama bunun son derece ciddi bir ütopik beklenti olduğunun farkındayım. Bu arada ütopya kelime karşılığı olarak ‘yokülke’ anlamına gelebilir pekala

Bizde siyaset hep aynı döngüyle işler. Önce büyük laflar edilir. “Kırmızı çizgimiz” denir, “olmazsa olmazımız” denir. Geri adım yoktur, serttir, kararlıdır. Sonra aradan birkaç hafta, birkaç ay geçer. O sözler ya unutulur ya da başka bir cümleyle yumuşatılır. Dün olmaz denilen şey bugün olur. Dün “masaya oturmayız” denilen yere ertesi gün oturulur.

Yazının Devamı

Sağlık krizi

Bir önceki yazıda konu barınma idi bu gün ise sağlık. Farkındayım belki de gündemden kaçıyorum gibi geliyor size ama öyle değil. Çok net olarak gündemin içinde kalmaya çalışıyorum aslında. Sadece size ve bize dayatılan gündemden kendi gündemimize dönmeye çalışıyorum. Unutmamak gerekir ki ülkemizde yaşayan insanları çeşitli argümanla birbirlerine düşman etseler karşı karşıya getirseler de siyaset kurumu biliyor ki sonuç itibarı ile bu farklılıklarımıza rağmen hepimiz barınmak, karnımızı doyurmak ve sağlık hizmetlerinden yararlanmak zorundayız.

O sebeple barınma konusunun ardından bir de sağlıkta durumun nasıl olduğuna bakalım istedim. Aslında konu çok daha detaylı çok daha netameli ama geri kalanlarına da konunun uzmanlarına sorarak ara ara değinmeyi deneyeceğim.

Osmanlı’dan bugüne sağlık hizmeti hep devletin sorumluluk alanında oldu. Vakıf hastaneleri, darüşşifalar ve askeri sağlık kurumlarıyla başlayan bu çizgi, Cumhuriyet döneminde sosyal devletin “her yurttaşa eşit ve ücretsiz sağlık hakkı” ilkesine yaslanarak güçlendi. Ancak bugün, sağlık sisteminde radikal bir kırılma yaşıyoruz.

Yazının Devamı

Konut da bir güvenlik sorunu değil mi?

Aslında adı net olarak konulmuş ama bir türlü gündemimizin baş köşesine kurulamamış sorunlarımız var. Bu sorunların ertelenmesi ya da pek de önemli sorunlar değilmiş gibi davranılması ile ilgili siyasetin hemen her alanında zımni bir anlaşma da varmış gibi hissediyorum bazen ve bu beni umutsuzluğa sürüklüyor açıkçası.

Siz de isterseniz bir düşünün bakalım ne kadar zamandır çok daha büyük ölçekli meselelerle meşgul zihniniz? Haklısınız aslında ama sanki bu gün geldiğimiz noktada önümüze çıkan o büyük meseleleri daha öncesinde çözsek iyiydi.

Düşünsenize ya ekonomimizin lokomotifi inşaat sektörü olmadaydı maazallah kiralar, ve konut fiyatları nelere tırmanırdı değil mi

Yazının Devamı

Seçim yapmak

Seçim, yalnızca oy kullanma işlemi değildir. Sandık, yönetenlerle yönetilenler arasındaki en temel sözleşmedir: “Ben sana oy veriyorum, sen de bana hesap vereceksin.” Ama Türkiye’de giderek farklı bir tablo ortaya çıkıyor: Sandık var, ama hesap yok.

Belediye başkanlarının transfer hikâyeleri bunun en çarpıcı örneği. Önce haklarında türlü yolsuzluk söylentileri dolaşıyor, dosyalar hazırlanıyor, iddialar büyüyor ama nedense yargıya tam olarak yansımıyor. Ardından aynı isimlerin, iktidar partisinin rozetini taktığını görüyoruz. Kulislerde konuşulan senaryo hep aynı: “Gel bizden ol, dosyan kapanır, projelerin açılır.” Böylece halkın sandıkta verdiği oy, kulis mutabakatlarının gölgesinde hükümsüzleşiyor.

İktidar, kendi belediye başkanları için de farklı bir mekanizma işletiyor: “istifa ile aklanma.” Adı şaibeye karışan bir başkan, istifaya zorlanıyor. Dosyaların önü kapanıyor, kamuoyuna da bu bir “temizlik” gibi sunuluyor. Oysa ortada gerçek bir hesap verme yok; sadece istifayla üstü örtülmüş bir aklanma süreci var.

Yazının Devamı