Mustafa Özver

Mustafa Özver

Kombinin gazını açarken

Havalar iyiden iyiye soğudu, kış kapıya dayandı. Hepimizin evinde o malum gergin bekleyiş başladı: Isınma meselesi. Kombinin derecesini yükseltirken veya sobanın kapağını açarken elimiz titriyor desek yeridir. Hatta bazen faturayı görünce ısınmak yerine stresten terlediğimiz bile oluyor, değil mi? İşin şakası bir yana, ay sonunda cebimizden çıkan o paralar sadece birer rakam değil; aslında küresel bir satranç oyununun, bizim hanelerimize yansıyan küçük birer sonucudur. Gelin, bu kış ısınırken aslında neyin bedelini ödediğimize ve arka planda dönen o büyük dolaplara hep birlikte, uzman bir gözlükle bakalım.

Hayat sevince güzel şarkısında olduğu gibi dünyayı döndüren şeyin sevgi olmasını çok isterdik ama maalesef modern dünyayı döndüren asıl güç enerji. Bugün Arap Baharı dediğimiz o büyük toplumsal olayları, sadece halkların özgürlük talebi zannetmek biraz saflık olur. Irak'taki bitmek bilmeyen kargaşa, Suriye'de yaşanan yönetim krizleri ve iç savaş; hepsinin temelinde enerji piyasasına hakim olma arzusu yatar. Bir dönem ABD'nin "demokrasi götürüyorum" diyerek girdiği coğrafyalara bakarsanız, tesadüf bu ya, hepsinin petrol veya doğalgaz zengini olduğunu görürsünüz. Tıpkı şimdi Venezuela üzerinde oynanan oyunlar gibi. Venezuela, dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip ülkesi olduğu için, oradaki siyasi çalkantılar asla sadece "iç mesele" değildir. Yani küresel güçler, enerji vanasını kimin tutacağı konusunda bilek güreşi yaparken, faturayı maalesef hem o ülkelerin masum halkları hem de bizim gibi enerji ithalatçısı ülkelerin vatandaşları ödüyor.

Ülkemiz bu devasa enerji okyanusunun tam ortasında, adeta bir köprü gibi duruyor. Jeopolitik önemimiz, sadece kıtaları birbirine bağlamamızdan değil, enerji yollarının tam kalbinde olmamızdan kaynaklanıyor. Ek olarak da son yıllarda Karadeniz'de bulunan doğalgaz rezervleri ve Doğu Anadolu'daki petrol aramaları, işte bu yüzden hayati önem taşıyor. Enerjide dışa bağımlılığımızı kırmak, sadece cebimizi değil, ticari ve siyasal bağımsızlığımızı da korumak demek. Akdeniz'de ise sular sadece rüzgardan dalgalanmıyor; Kıbrıs adası, etrafındaki kıta sahanlığı haklarımız için bir kale niteliğinde. Diğer yandan İsrail'in Gazze şeridinde uyguladığı soykırımın bir diğer, az konuşulan sebebi de Gazze kıyılarındaki zengin doğalgaz yataklarına hakim olma arzusudur. Yani mesele sadece toprak değil, o toprağın altındaki ve kıyısındaki servettir.

Yazının Devamı

Haftaya bakış: Aralığa giriş

Bu hafta bilgisayarımı açtım, portföyüme baktım… Dedim ki: “Acaba Bist değil de, gümüş mü, yoksa altın mı, Nasdaq mı bana tebessüm edecek?” Tabii sonra baktım ki bazı şeyler gerçekten tebessüm etmeye değermiş. Buyurun, birlikte bakalım.

BIST 100 endeksi, 10 bin puan altına düşmediği gibi 11 bin puan seviyesini test etmesine rağmen orada kalıcı olamadı, hafta boyunca dalgalı seyir izleyip, sonunda neredeyse hiç değişmeden ( yüzde 0,22 düşüşle) kapattı. Ancak bu “genel durgunluk”, her hisseyi aynı şekilde etkilemedi. Özellikle bankacılık sektörü ve özel olarak da Halkbank (HALKB) hissesi yüzde 20,91 ile haftanın en çok kazandıranı oldu. Bu tablo, banka sektöründe bir “ferahlama sinyali” gibi görünüyor, ama sadece bankacılık için değil tüm ekonomi için bir ferahlamaya işaret edebilir. Faiz indirimi için bir alan açılabilir. Keza faiz indirimi için kış mevsimini işaret etmiştim daha önceden de.

Bu yılın parlayan yıldızı belli: Gümüş. Gümüş, yılbaşından beri yaklaşık 2 katına çıkan fiyatı ile değerli metaller arasında lider konumda. Gümüş konusunda uyarılarımızı dinleyen ve yatırımını gümüşte tutanları hem tebrik etmek gerek. Diğer tarafta ise biraz temkin var: Kripto Varlıklar hâlâ durgun; “balina” adı verilen büyük yatırımcıların çoğu bu trenden çoktan indi. Eğer kriptoda yatırımınız var ve çıkmak için fırsat arıyorsanız 90-100 bin dolar sevilerini göreceği kısımda geriye kalan büyük yatırımcıların çıkma ihtimalini yüksek görüyorum.

Yazının Devamı

Ekonomiye tersten bakış

Günlük hayatta her şeye hep düz bakmaya alışığız. Gelir-giderlerimiz, market etiketi, maaş bordrosu, kira kontratı… Ne görüyorsak onu düz gerçek sanıyoruz. Ama her şey öyle düz hesap değil. En mantıklı gibi görünen her çözümün ucunda çoğu zaman başka bir düğüm gizli. Bugün biraz da bu gizli düğümlere bakacağız; hem hafif bir tebessümle hem de sağlam bir muhakeme ile.

Ekonomi her şeyden önce bir denge işidir. Ancak bu denge sadece “gözle görülen” ile kurulmaz; arkadaki dinamikleri anlamadan verilen her karar ve yapılan her yorum, tıpkı yamuk (ve hatta kırık) bir cetvelle ölçüm yapmaya benzer. Mesela çok konuşulan “vatandaşlık maaşı.” Kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi? Oysa bilimsel temelden bakınca, böyle bir uygulama geniş çaplı enflasyonun kapısını aralar. Çünkü maaşı sadece siz almayacaksınız; kasap da alacak, manav da, bakkal da… Paranın değeri gözünde küçülen herkes, sattığı ürüne “Biraz daha zam yapayım” der. Denge kayar, fiyatlar koşar. Yatarız kalkarız hop ordayız: HİPERENFLASYON. Başka bir açıdan aynı şey market fiyatlarında da geçerli: Bir ürünün pahalı olup olmadığını market çalışanına sorarak öğrenemezsiniz; asıl bilgi, rakiplerde ve tüketici yorumlarında saklıdır. Çünkü kimse ürününü kötülemez.

Bu tersten bakış her yerde ihtiyacımız var aslında. Pazardan bir örnek verelim. “Bize gelişi şu kadar lira” cümlesi yıllarca kulağımıza kazındı. Oysa hem öyle değildir, hem de ticarette maliyet tek başına fiyatın kaderi değildir. Hatta kimi zaman ürünler zararına bile satılır; çünkü elde bekletmenin getirdiği stok maliyeti, asıl yükü oluşturur. Pandemide petrolün negatif fiyatlanması buna tarihî bir örnektir. Alana üstüne para verilen bir emtia… Çünkü depolama maliyeti, ürünün kendisinden pahalıydı ve herkes gerekirse üstüne para bile veririm dedi. Elbette bu pazarcılar için geçerli değil. Ancak yıllar evvel bir pazarcıdan aynı şekilde “bana gelişi 10 lira” dediği ürünü ablam daha ucuza almıştı. Eve gelince fark ettik nasıl yani dedik. Cevap basit yalan söylemek dilimize yuva yapmıştı. İşini dürüstçe yapan pazarcılar elbette varlar ve hepsine minnettar olmalıyız ama çürük elmalar da var elbette.

Yazının Devamı

Ekonomide haftaya bakış: Havalar iyice soğuyor

Bu hafta piyasalara bakınca insan ister istemez kışa hazırlanan karınca ile ağustos böceğinin hikayesini hatırlıyor. Herkes bir köşede biriktiriyor, bekliyor, hesap yapıyor. Tabii piyasanın karı yağmıyor; bazen bitcoin, bazen altın, bazen borsa yağdırıyor. Şaşırtıcı olan şu ki, bu yağışların çoğu bir anda sağanak olup hepimizi ıslatabiliyor. O yüzden gelin bu haftanın ekonomik havasını birlikte ölçelim.

Kripto varlıklar için uyarılarımızı dikkate alıp portföyünü düzenleyenleri tebrik etmek boynumuzun borcu. Ancak belirtelim hâlâ riskli bölgede seyrediyoruz ve piyasa “nefes almak istiyorum” dedikçe bir anda “şöyle bir 60 bin bandına da uğrasak fena olmaz” gündeme gelebilir. 70 bin dolar hedefim hala masada duruyor, ama bu hedefe giderken dalgaların sert olması çok doğal. Kripto, karakteri gereği yüksek risk taşır; risk hassasiyeti yüksek olanın sağlığını kesinlikle bozar, uykusunu kaçırır. Bu yüzden her zaman tekrar etmek gerekir: Sağlık, kazançtan kesinlikle daha değerlidir. Ne aldığınız kadar nasıl hissettiğiniz de önemlidir.

Amerikaya asla güvenmemek gerekir, bunu zaten hepimiz biliyoruz. Ama kabul etmek gerekir ki liyakatte ve işlerini ciddiye almada bizden çok daha iyiler. Altın ons fiyatı bir süredir dinlenmeye çekilmiş gibi duruyor ama bu huzur çok kırılgan. ABD’den gelen zayıf tarım dışı istihdam verisi, “istihdamı desteklemek için faiz indirimi gelir mi?” sorusunu öne çıkardı. Kış mevsimi de FED için manevra alanı oluşturabilir. Onlar bizim gibi plansız değil planlı ve gerektiği yerde aksiyon alacaklardır. Faiz indirimi gelirse altın yeniden yukarı yönlü bir kıpırdanma gösterebilir. Ama FED ters köşe yapar ve şahin bir tutum sergilerse ons altının 3850–3700 bandına çekilme ihtimali de masada. Bu bant, düşük olasılık da olsa uzun vadeli yatırımcı için tatlı bir fırsat olabilir. Bana kalırsa düşüş olsa bile bu hareket yavaş ve sindire sindire gerçekleşir.

Yazının Devamı

Sırtımızda taşıdığımız hileciler

Ekonomide zor günler geçiriyoruz… Hani bazen mutfakta makarna yapayım derken tencereyi kaynatmaya çalışırsın da, ocağın kısık olduğunu sonradan fark edersin ya; işte öyle bir dönemden geçiyoruz. Bir yanda hayat pahalılığı, diğer yanda “kim daha çok dayanacak” oyunu… Ama işin ilginci şu: Ekonomi herkesi aynı şiddette sarsmıyor nedense. Bazıları şemsiyesiz yakalanmış gibi ıslanırken, bazıları hâlâ yağmurun altında yürürken karizmasını bozmuyor ve kuru kalmayı başarıyor. Nasıl oluyor derseniz, gelin berrak bir pencereden birlikte bakalım.

Ekonomik tabloya geniş açıdan bakınca elbette en kırılgan yapının hane halkı olduğu çok açık. Gelir daralıyor, gider artıyor, beklentiler bozuluyor. Şirketler ise maliyet baskısı altında olsa da en azından fiyatlama, yeniden yapılanma, yatırım erteleme gibi manevralarla nefeslenebiliyor. Devlet tarafında ise teoride “en az zorlanan” konumunda bulunması gereken bir yapı var. Çünkü parasal sıkılaşma, harcama kısıntısı, tasarruf tedbirleri ile daralmayı yönetebilme kapasitesi mevcut. Nitekim birçok kurumda bu yönde adımlar da görüyoruz. Ancak aynı anda artan ihale sayıları ve büyüyen bedelleri doğal olarak şu soruyu gündeme taşıyor: Eğer ekonomik sıkılaşma yapacaksak, neden bu kadar yüksek rakamlı ihaleler var?

Son dönemde yapılan ekonomik analizlerde ve kamuya açık raporlarda, bazı kurumlarda harcama disiplininin aksi yönde aşırı gevşediğine dair değerlendirmeler yer alıyor. Özellikle yerel yönetimlerde ve bazı bakanlıklarda ihalelerin artışı doğal olarak toplumda “bu harcamalar neden hızlandı, farklı bir süreç mi var?” şeklinde algı oluşturuyor. 2028 seçimleri çok uzak daha ama yaklaşan seçim atmosferi gibi bir atmosfer var ve hükümetin güç kaybetme endişesi, bazı siyasetçi ve iş çevrelerinin “vakit mi daralıyor” psikolojisine girdiğine dair yorumları medyada yer alıyor. Bunların tamamı da “hükümetin ekonomiden başka bir gündemi mi var?” dedirtiyor ve ekonomiye güveni de elbette sarsıyor.

Yazının Devamı

Haftaya bakış: Kış uykusu

Piyasalarda kış mevsimine hazırlık aşamasından geçiyoruz. Kış mevsimini severim, belki sizler de seversiniz. Dışarıda lapa lapa kar yağarken evlerimizde sıcacık oturmak isteriz. Belki yanına bir sıcak kahve veya çay da güzel gider. Hepimizin kışı ile yazı aynı değil ve bu harcamalarımıza da yansıyor elbette. Bu harcamalarınızı incelersek aslında yatırım için hangi sektörlere dikkat etmemiz gerektiğini yakalayabiliriz.

Piyasa kış mevsimine girerken genellikle daha durağanlaşma eğiliminde: işlem hacimleri düşer, volatilite sakinleşir. Bu durumun istisnaları da var elbette ve biri de enerji giderlerinin artması. Kış soğuğu enerji talebini yükseltirken, şirketlerin maliyet yükü büyür. Öte yandan, turizm sezonu azalır; yazın oluşan canlılık yerini daha düşük gelir dönemine bırakır. Bu dengede, kış aylarında bazı piyasa aktörleri “ayıların kış uykusuna yatmasına” benzer şekilde daha temkinli davranırlar.

Aynı zamanda, kış mevsimi faiz indirimleri için de potansiyel bir pencere sunar. Piyasa aktörleri, “kış ortasında faizler neden yüksek ki?” diye sorabilir: düşük risk iştahı dönemlerinde merkez bankalarına faiz ayarı esnekliği için alan doğabilir. Ve faiz indirimi yapmada merkez bankaları için manevra alanı ortaya çıkar.

Yazının Devamı

Piyasanın terazisi

Piyasanın en sevdiği oyun aslında ip üzerinde cambazlık yapmaktır. Denge gerekir, hükümetler, halk, şirketler ve piyasalar onu izlerler denge bozulacak mı diye korkarak. Bazen fazla serbest bırakılan piyasalar, kendi hâline bırakılmış bir tarla gibi diken basar; bazen de devletin eli öyle bir sıkılaşır ki, toprağın nefes alması bile zorlaşır. İşte tam bu noktada “denge” dediğimiz o nazlı misafir devreye girer. Ekonominin sıhhati, tıpkı insanın tansiyonu gibidir; çok yükselirse başınız ağrır, çok düşerse başınız döner.

Bir ülkede ekonomi kapitalizm, liberalizm ve sosyalizm anlayışları arasında bir dengede olmalıdır. Eğer bunun dengesi bozuldu mu; biri diğerinin üstüne çıkar. Aşırı serbest piyasa, rekabeti öldürür; güçlü şirketler tekelleşmeye başlar. Elon Musk gibi birkaç dev oyuncunun, ABD’de uzaydan enerjiye kadar birçok sektörde söz sahibi olması buna tipik bir örnek. Kurumlar ceza yazmaktan bile çekiniyorlar. Bu otorite boşluğunu, “ben yönetirim” diyen sermaye dolduruverir. Ama aşırı kapalı bir ekonomi de çare değildir; siyaset tüm kararları tek elden verirse piyasa korkar, yatırımcı geri çekilir, maaşlar düşer, kalite kaybolur. Yani denge sadece arz talep arasında değil anlayış ve yaklaşımlarla da sağlanmalıdır. Bu sağlanamazsa ekonomide temelden kaynaklı krizler oluşur. Büyük ve küçük olan bazı denge kayıplarını hatırlayalım. 2019’da Türkiye’de yapılan ani faiz indirimleri işte bu denge kayıplarının canlı örneği oldu. Plansız bir kararla faiz yüzde 8,5’e çekildi; ama enflasyon patladı, döviz yükseldi, piyasadaki güven sarsıldı. Denge bir kere bozuldu mu, tamir etmek yıllar alır ki öyle de oluyor hala tam olarak tamamlanamadı bu denge kaybının tamir süreci.

Belki duymuşsunuzdur, ekonomide bir teori var: Oyun Teorisi. Adını teorinin ortaya atanı John Nash’ten alır. Bu teoriye göre piyasaları birkaç yüzyıl öncesi gibi zorlama yolu ile değil dengeleri kurarak yönetmek daha iyidir. En azından artık bu böyle. Bu son 2 yüzyıl içinde gelişen yeni ekonomik anlayışın sonucu olarak ortaya çıkmış bir yaklaşımdır. Bu nedenle kavga etmek veya umursamamak yerine öğrenip en iyi şekilde uygulamalıyız piyasalarımızı yönetmek için. John Nash’in teorisi bize şunu öğretir: “Herkes kendince en iyi stratejiyi izlediğinde, toplam sonuç bazen en kötüsü olabilir.” Buna Nash dengesi denir. Örneğin enerji piyasası ile ilgili olarak OPEC ülkeleri üretimi kısmaya karar verdiğinde fiyat dengede kalır; ama biri fazla üretirse tüm sistem çöker. Daha iyi anlaşılan benzer bir hikâyeyi İngilizler Hindistan’da yaşamıştı: İngilizler kobraların azalmasını isterken “Her ölü kobra için ödül” dediler, insanlar kobra yetiştirmeye başladı! Kampanya bitince bu sefer de yılanlar doğaya salındı ve yılan sayısı iki katına çıktı. Ekonomide “Kobra Etkisi” denen bu durum, niyet iyi olsa da dengesiz teşvikin nasıl ters tepebileceğini gösterir. 2019’daki faiz hamlesi de buna benziyordu: Faiz düşsün, yatırım artsın dendi; ama sonunda fiyatlar, maaşlardan daha hızlı koştu.

Yazının Devamı

Haftaya bakış: Piyasanın ince gülü

Merhabalar, taze haftanın eşiğinde hep birlikte ekonomiye beraber bakalım. Yeni haftanın yatırım olanaklarını konuşacağız ama önce küçük bir sürpriz: Bu hafta grafikler bile sanki mahcup, “Ben mi yükseldim, yoksa TL mi değer kaybetti?” diye birbirine bakıyor. Yani piyasanın günü henüz şen değil ama umut kapısı kapalı da değil. Şimdi tabloyu birlikte kuralım.

Enflasyonun yukarı yönlü eğilimi sürerken TL’nin reel değerinin zayıflamaya başlaması yatırımcı açısından temkinli bir atmosfer oluşturuyor. Fakat Borsa İstanbul’un bilançoları öyle kara bulutlar getirmiş değil. Şirketlerin çoğu “Ben ayaktayım” mesajını verecek kadar sağlam rapor açıkladı. Bu yüzden borsada düşüş trendi senaryosu ufukta görünmüyor. Hem dünya hem Türkiye yatırımcıları aynı soruya bakıyor: “Bu hafta sermaye nerede toplanacak?”

Dünya piyasalarında ABD borsaları hâlâ dikkat çekiyor. Ancak Nasdaq’ın parlaklığı biraz camın üzerindeki ışık gibi; bir dokunsan çizik mi çıkacak, yoksa yeni bir icat mı fışkıracak belli değil. Yapay zeka yatırımlarının hızla büyümesi “balon” iddialarını güçlendiriyor. Bu yüzden teknoloji odaklı endekslere girerken soğukkanlı olmak şart.

Yazının Devamı

Ne iş olsa yaparım?

İşsizlik hem dünyada hem de ülkemizde başımıza iyice musallat oldu. Git desen gitmiyor, bir türlü çözülemiyor. Oysa iş ilanı siteleri dolup taşıyor: kariyer.net, LinkedIn, yerli yabancı tüm platformlar resmen “Eleman aranıyor!” diye haykırıyor. Peki öyleyse bu pozisyonlar niye boş, insanlar neden iş bulamıyor? İşte burada küçük bir sır perdesi var. Bazı şirketler, fon bulamayınca gerçek işe alım yapamayacağını bildiği halde ilan açıp “Biz büyüyoruz” havası vererek yatırımcı psikolojisini okşamaya çalışıyor. Aslında iş falan yok piyasada zaten bari insanları kandırmayın.

Son aylarda iş ilanlarının sayısı gittikçe arttı ama işe yerleşenlerin sayısı neredeyse yerinde sayıyor ve hatta azalıyor. Bunun iki nedeni var: biri ekonomik gerçekler, diğeri ise piyasanın ruh hali. Küresel ekonomide soğuk rüzgar esiyor. Dev şirketler işe alımları durdurdu, bazıları işten çıkarmalara gitti. Teknoloji de yepyeni bir düzen kuruyor. Yapay zeka, otomasyon ve yeni iş modelleri pek çok rolü değiştirdi. Kapitalist sistem de kendi labirentinde sıkışmış durumda. Sermaye büyüyor ama gelir adaleti bozuldukça bozuluyor. Ücretler yerinde sayarken hayat pahalılaşıyor; bu da insanların eğitimden sağlığa tüm hizmetlerde geride kalmasına neden oluyor, böylece bu kısır döngü sürekli devam ediyor. Dünyanın pek çok yerinde tablo böyle ama bizdeki etkileri diğer sebeplerle birleşince daha ızdırap verici oluyor. Bedeli ise en çok alt gelir gruplarına yansıyor. Sorunun çözümü ise kısa ve uzun vadede farklı bir bakış açısı gerektiriyor. Bunları biraz inceleyelim.

Türkiye’de işsizliğin kısa vadeli nedenleri aslında göründüğünden daha somut. Ekonomik koşullar ağırlaşınca hem kamu hem özel sektör fren yapıyor. Eskiden devlet, zaman zaman işsizliği azaltmak için geniş ölçekli alımlar yapardı. Bugün kamu kaynakları daraldığı için bu kapı neredeyse kapalı. Özel sektör ise risk iştahını kaybetti. Bir yanda maliyetler yüksek, diğer yanda piyasa öngörülemez. Liyakat endişeleri, torpil tartışmaları ve kamusal sistemdeki düzensizlikler iş arayan vatandaşın moralini kırıyor. Dahası, iş ilanlarının bir kısmı gerçek istihdam içermediği için hem zaman hem umut kaybı oluşuyor. Tüm bunlar birleşince ortaya “istihdamsız iş ilanları” çıkıyor.

Yazının Devamı

Piyasalarda rüzgarın yönü değişiyor mu?

Ekonomide bazen rüzgâr öyle bir döner ki, dünün kazananı bugünün “keşke”sine dönüşür. İşte bu hafta da tam öyle bir döneme girdik.

Merkez Bankasının altın alımlarını durdurma kararı, piyasada “kar zamanı mı geldi?” sorularını beraberinde getirdi. Altın, uzun süredir yatırımcısına hem güven hem kazanç sunuyordu; ancak hiçbir pırlanta sonsuza dek parlamaz elbette. Bu hamle, belki de “biraz soluklanma vakti”nin sinyali. Yine de gümüşte aynı nefeslenmeyi beklememek gerek. Çünkü hem endüstriyel talep hem de arz dengesi açısından gümüş, hâlâ sahnede kalmaya niyetli görünüyor. Yani özetle: “Altında mola, gümüşte umut.”

Borsa İstanbul tarafında son haftalarda bir toparlanma algısı var. Ancak bu, fırtına öncesi bir sessizlik mi, yoksa baharın ilk işaretleri mi, işte orası belirsiz. Bu düşme anlamına gelmiyor ama yükseliş için de zaman var gibi. Bazı hisse senetlerinde zirve seviyeler görüldü, bu nedenle kâr realizasyonu yapan yatırımcı sayısı da arttı. Tecrübeli yatırımcı bilir ki, her zirve bir veda sinyali olabilir. Borsa için düşecek diyemeyiz ama yükseliş trendi de yok, duraklama var. Özellikle faiz oranlarının gevşemesi ile birlikte, yatırımcıların yeniden gayrimenkul alımlarına yönelmesini bekliyorum belki ardından borsa da hızlanabilir ama zaman daha var gibi. Uzun vadeli yatırımcı için borsa cazip olsa da kısa vadeli yatırımcılar biraz daha bekleyebilirler.

Yazının Devamı

İş yapma sanatı 2: Pusulanı Network ile ayarla, krize yakalanma!

Geçen yazımızda, şirketinizin temellerini attık: ÖNCE GÜVEN, ÜRETİM VE İSTİKRAR ile yerimizi sağlamlaştırdık. Adeta gemimizin omurgasını en güçlü meşe ağacından yaptık. Peki, şimdi ne eksik? Düşünün... En sağlam gemi bile, eğer pusulası bozuksa veya dümencinin önü sisliyse, limanı bulamaz, değil mi? İş dünyası da bazen (ve hatta tam şu sıralar) böyledir; sisli bir denizdir. Bu hafta, gemimizin rotasını en net şekilde nasıl belirleyeceğimizi, yani piyasanın puslu havasında yön tayin etme sanatını konuşacağız. Çünkü rotamızı doğru belirlemek, okyanusta bir deniz feneri gibi, bizi hedefe ulaştıracaktır.

Elbette, bir şirketin ayakta kalması için sadece iyi bir ürün veya hizmet sunması yeterli değildir. Şirketlerin; ya mal/hizmet satmak-almak, ya yatırım aramak ya da doğru insan kaynağını bulmak için mutlaka piyasaya hâkim olması şarttır. Özellikle de KOBİ’ler ve son kullanıcıya hitap etmeyen yeni ürünler/hizmetler için, bu tür etkinlikler adeta hayat memat meselesidir. Pazara ilk defa çıkış kapınız, işte bu buluşmalardır. Geçtiğimiz 25 Ekim günü Haktan Mazmanoğlu Bey’in organize ve modere ettiği Business Network Ankara buluşması, bu hayati ihtiyaca ışık tutan mükemmel bir örnekti.

Haktan Bey’in bu konudaki vizyonu kendi ifadesi ile:

Yazının Devamı

İş yapma sanatı

"Bir şirketin büyüklüğü, binasıyla mı ölçülür, yoksa patronu tatildeyken de işlerin aksamadan devam etmesiyle mi?" Bu soru, iş hayatımızın o bilindik ama bir o kadar da göz ardı edilen ironik gerçeğine parmak basıyor. Çoğumuzun 'kurumsal' sandığı dev yapılar, bazen bir kişinin gölgesinde kalıp, rüzgârda sallanan koca bir gemiye dönüşebiliyor.

Türkiye'den Amerika'ya, İngiltere'den Dubai'ye uzanan yatırım ve gayrimenkul dünyasındaki gözlemlerim, bana iş yapma becerisinin coğrafyadan çok daha derin bir yerde, yani güven ve ahlakın köklerinde yattığını gösterdi. Şunu samimiyetle söyleyebilirim ki; kimi zaman, sırf bu temel unsurların eksikliği yüzünden, maddi olarak cazip büyük Türk şirketleriyle çalışma tekliflerini dahi reddettim. Neden mi? Çünkü bende, o şirketin bir gemi gibi rotasında ilerleyeceğine dair güven yoktu. İşte bu, bizi kurumsallığın kalbine götürüyor.

Kurumsallık, bir şirketteki kişilere 'Bey' ya da 'Hanım' diye hitap etmekten çok daha fazlasıdır. En yalın ve çarpıcı ifadeyle; bir işin, onu yapan kişiden bağımsız olarak sürdürülebilmesidir. Tıpkı bir saat mekanizması gibi; her çarkın görevi nettir ve ana çark dursa bile sistemin momentumu bir süre devam eder.

Yazının Devamı

Dikkat riskli alan

"Demedim mi? Yatırımcı, sana söylemedim mi?" Bu sözler, hani o gönlümüzü okşayan ilahinin içindeki, sanatçı Hayko Cepkin'in de bir klibinde yer verdiği o meşhur ilahi... Bugün, ekonominin karmaşık yolu üzerinde attığımız her adımın ne denli büyük bir sorumluluk taşıdığını hatırlatmak istiyorum. Biraz özeleştiri yapıp kendi öngörülerimi masaya yatıracağım, ama daha çok gelecek için ufuk açıcı çıkarımlarda bulunacağız. Finans dünyasında kasırgalı denizlere girmeden önce, bir bilgi kalkanına ihtiyacımız var. Hadi başlayalım.

OVP (Orta Vadeli Program) ilk açıklandığında, mevcut veriler ışığında Dolar/TL kurunun 60-70 lira seviyelerine kadar tırmanacağını düşünmüştüm. Bu tahminim şükürler olsun ki tutmadı, bunun hakkaniyetini teslim etmem gerek. Ancak bu sonucun perde arkasına baktığımızda, Merkez Bankası'nın piyasaya yaptığı müdahaleleri ve bankalara uyguladığı zorunlu adımları görüyoruz. Bu adımlar evet doları tuttu. Fakat burada çok önemli bir gerçeğin altını çizelim: Dolar yükselmedi diye enflasyonun durduğunu sanmayın. Ne yazık ki fiyatlar arttı ve artmaya da devam ediyor. Hatta bazı ürün ve hizmetler, Dolar'a karşı bile değerleniyor. Bu durum, özellikle ihracat yaparak ülkemize döviz kazandıran sanayicilerimizi ve firmalarımızı zorluyor. Fiyatlar yükselme eğiliminde ise, Dolar kurunun önünde bir engel olsa bile o yükseliş gücünü gösterir.

Dünyadaki genel ekonomik koşulların da oldukça hassas bir zeminde ilerlediğini kabul etmeliyiz. İşler, maalesef uluslararası arenada da tam olarak yolunda değil. Bu gerilimin en parlak ve somut ispatı, şüphesiz altındır. Altın, sadece Türk Lirası'na karşı değil, tüm dünya paralarına karşı değer kazanıyor. Altın ons başına 4 bin Dolar seviyesi bile geride kaldı ve önceden de belirttiğim 5 bin Dolar hedefim hala kuvvetli, bu küresel tedirginliğin artarak devam ettiğini gösteriyor. Altın, ekonominin güvenli limanı ve bir yatırımcının en sadık dostudur. Altın fiyatlarındaki bu küresel yükseliş, tüm dünyada risklerin tırmandığını ve elbette büyük sermayenin olası bir fırtınadan kaçarak sığınacak yer aradığını gösteriyor. Unutmayın, para akıllı davranır ve daima en güvenli yolu bulur. Peki biz de bulacak mıyız?

Yazının Devamı

Kripto piyasalar neden çöktü?

Kripto piyasaları çöktü, büyük bir düşüş yaşandı. Şaşırtıcı mı? Hem evet, hem de hayır. Ekonomi tarihinde krizler, mevsimlerin değişimi kadar doğal bir döngüdür aslında; tıpkı denizin alçalması ve yükselmesi gibi. Ancak bu defa durum biraz farklı. Kripto, "merkeziyetsizlik" ideali üzerine kurulmuştu. Peki, bu genç ve dinamik dünya, tıpkı eski, alışılagelmiş finans piyasaları gibi neden sarsıldı? Cevap, ironik bir şekilde, merkeziyetsiz borsanın kendi içindeki "merkezi" borçlanma ve açgözlülük virüsünde saklı. Hayal edin: Bir çiftçi, elindeki tohumdan daha fazlasını satmak istiyor. Üstelik bunu yapan tek o da değil. İşte o an, toprağın taşıyamayacağı bir yük geliyor ve bereket değil, yıkım kaçınılmaz oluyor. Kripto piyasasının yaşadığı da tam olarak bu.

Ekonominin temeli, üretilen mal ve hizmetin ticaretine dayanır. Diyelim ki, ülkenizin bir yılda ürettiği toplam ürün miktarı 100 birim. Bu 100 birim ürün, el değiştirmelerle piyasada 150 - 200 birim olarak işlem görebilir; bu gayet makul bir durumdur ve piyasayı sağlıklı tutar. Ancak, ne zaman ki bazı aşırı aç gözlü aktörler sahneye çıkar ve "elinde olmayan ürünü satma" gibi bir düş kurar, işte o zaman tehlike çanları çalmaya başlar. Tıpkı bir tarlada aslında 100 tohum varken, kağıt üzerinde 400 tohumun satılmış gibi görünmesi gibi! Bu durum, borçlanma adı altında, piyasada olmayan sanal parayı ve sanal ürünü dolaşıma sokar. Fiyatlar, bu yapay stoklar ile bozulur, riskler de çığ gibi büyür. İnsanlar olmayan ürünleri alıp satarlar, kar veya zarar ederler. Ama her şey kağıt üzerinde kalır. Ve sanki o kağıtlar devasa piyasa okyanusunda seyreden bir kağıt gemi gibi oluverir.

Aslında bu araçlar çok da kötü değiller ama riskleri artırıyorlar elbette. Hele bir de devlet regülasyonları zayıf ve aç gözlü manipülatörlerin kontrolü ile işler karışabilir. Marjin ile sadece 10 liranızla, sistemin size borç verdiği 90 lirayı kullanarak 100 liralık işlem yaparsınız. Peki, bu sistem, sizi tanımadan, bilmeden bu 90 lirayı nereden bulup da size veriyor? Ve eğer herkes bu borçlanma sistemine girerse, ödenecek meblağlar rezerv sınırlarını aşar. Bu durum, piyasadaki büyük likidite sağlayıcılar (yani "balinalar") için eşsiz bir fırsattır. Ya borç vermeyi sürdürürler ve piyasayı sizin istediğiniz yöne çekerler veya keserler likitler patlar ve borsalar batar, piyasa tersine gider. Onlar, piyasaya "fon" sağlayarak, aslında sizin ve diğer küçük yatırımcıların parasıyla piyasaya yön verme gücünü elde ederler. Böylece fiyatlar manipüle edilir, küçük yatırımcıların çoğu er veya geç batar ve o "görünmez borcu" verenler ise likidite adı altında kendi kasalarını doldurur. Thodex ve FTX gibi devlerin çöküşü, bu olmayan paraların ve şişirilmiş borçların, en sonunda kendi sahiplerini dahi batırabileceğini ve piyasaları da peşinden sürükleyebileceğini acı bir şekilde gösterdi.

Yazının Devamı

Sandalyemizi çektiler mi, ekonomimizi yediler mi?

Geçen hafta, Türkiye – ABD arasında bazı görüşmeler oldu. Bu görüşmelerden en dikkat çeken görüntülerden biri ise Trump’ın Cumhurbaşkanı sayın Erdoğan'ın sandalyesini imza masasındayken çekmesi ile bir jest yapmasıydı. Bunu Türkiye için büyük bir itibar göstergesi olduğunu düşünüyorsanız bir de bu toplantıdan neler aldığımızı ve masada neler vardı inceleyelim.

Bölge gerilimi ve dış politika

Gazze’deki soykırım hala devam ediyor ve senelerdir devam eden zulüm daha da artmış halde artık siyonist ideoloji Gazze’yi adeta ateşe vermiş halde. Gazze’ye yapılan müdahaleler elbette oluyor ancak çok cılız kaldılar: umut vaat eden anlaşmalar yapılsa da, “ateşkese uyulmaz” gerçeği göz ardı edilemez. İsrail sözünde durmayacaktır. Türkiye’nin bölgede güçlü durması, moral ve diplomasi açısından zorunludur. Ama unutmayalım: ekonomimiz kırılgan, dışarıya bağımlılıklarımız var. ABD ile ilişkiler gerginleşirse yaptırımlar gelir, sermaye kaçışı yönelir, enflasyon yeniden alevlenir. Yani aslında ekonomik olarak bağımsız mıyız bir daha düşünün.

Yazının Devamı

Lojistik: Ekonominin gerçek motoru

Ekonomi denince aklımıza genelde bankalar, borsalar, faiz oranları ya da döviz kurları gelir. Oysa bir ülkenin ekonomisinin gerçek gücü çoğu zaman gözümüzün önünde yürüyor, ama pek fark etmediğimiz bir alanda saklıdır: lojistik. Düşünün… İnternetten aldığınız bir ürün, AVM raflarında gördüğünüz bir elbise, hatta marketten aldığınız ekmek bile; hepsi bir noktadan başka bir noktaya taşındı. Bir gün boyunca hiçbir şey satın almasanız bile, otobüsler, uçaklar, trenler binlerce insanı bir şehirden diğerine taşımaya devam ediyor. Hatta belki fizikteki eylemsizlik kanunu “Her cisim süregelen eylemini sürdürmek ister” gibi şunu söylemek doğru olur; “Hayatta her şey yer değiştirmek ister.” Bu da lojistiği, ekonominin görünmez ama en kritik noktalardan biri olduğunu gösteriyor.

Dünya tarihine baktığımızda, güçlü ekonomilerin arkasında güçlü bir lojistik sistemi olduğunu görürüz. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluş yıllarında Abraham Lincoln’ün ölümünden sonra ülke büyük bir siyasi karmaşaya sürüklendi. Ancak ABD, bu krizden beklenenden çok daha hızlı çıktı ve kısa sürede dünyanın en güçlü ekonomisi haline geldi. Bunun sırrı, belirli sektörlerin başı çekmesindeydi; demir yolu işletmeleri, petrol üretimi, elektrik üretimi ve çelik yapılı binalar. Bu sektörlerden özellikle demir yolları ve petrol, doğrudan lojistikle ilgili. Demir yolu sayesinde ülkenin dört bir yanında mal ve insan taşınabiliyor, petrol ise bu dev çarkın dönmesini sağlıyordu. İşte bu iki alan, yalnızca taşımacılık değil, tarımdan sanayiye, ticaretten savunmaya kadar her sektörü canlandırdı. ABD’nin ekonomik devrimi, adeta demir yolunda yürüyen bir lokomotif gibi tüm vagonları arkasına takarak ilerledi ve süper güç haline geldi.

Bugün Türkiye’nin ekonomik yapısında lojistik sektörü de benzer bir role sahip. İşler açıldığında, ilk hareketlenme daima lojistikte olur. Bir şirket üretimini artırsa, fabrikasında ürettiği malları piyasaya sürmek zorundadır. E-ticaret sitelerindeki siparişler arttığında, kargo firmalarının trafiği de artar. Turizm canlandığında, otobüs firmaları, hava yolları ve demir yolları dolup taşar. Ancak lojistiğin kaderi, büyük ölçüde petrol ve enerji fiyatlarına bağlıdır. Türkiye’nin en büyük cari açık kalemlerinden biri enerji ithalatıdır. Petrol fiyatlarındaki dalgalanmalar, lojistik maliyetlerini doğrudan etkiler. Bu yüzden, küresel petrol fiyatlarını takip etmek, yalnızca enerji sektörü için değil, lojistik ve dolayısıyla tüm ekonomi için hayati önemdedir elbette ama petrol fiyatları yüksek bile olsa o petrolun de taşınması gerekiyor nihayetinde.

Yazının Devamı

Ekonomi neden zor düzelir?

Ekonomiyi bir apartman gibi düşünelim. Temeli sağlam değilse, duvarları ne kadar boyarsak boyayalım, balkonlara çiçek de koysak, her yerini iyice yıkayıp badanasını yapsak da sonunda o bina çatırdamaya başlar ve tüm yapılanlar boşa düşer. İşte Türkiye ekonomisi de tam olarak böyle bir apartman gibi… Çoğu kişi zannediyor ki ekonomi sadece “faiz indir, faiz kaldır” düğmelerinden ibaret. Oysa gerçek çok daha karmaşık. Hatta bazen sorun, faiz kararının kendisinden değil, o kararı alan kurumun güvenilirliğinden başlar. Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan’ın New York’ta “gerekirse sıkı para politikası uygularız” mesajı aslında çok güçlüydü, ama geçmişte birçok başkanın Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından görevden alındığını bilen piyasa, bu sözlere tam olarak güvenmekte zorlanıyor ve “ya bu başkan da görevden alınırsa” diyor. Çünkü ekonomide beklentiler gerçeğin kendisi kadar güçlüdür ve hatta beklentiler bazen gerçeklerden bile güçlüdür. İnsanlar inanmıyorsa, en iyi plan bile işlemeyebilir.

Ekonominin bel kemiği, paradoksal bir şekilde “para” değil, GÜVENdir. Hukukun üstünlüğü, yatırımcı için görünmeyen ama çok değerli bir sigortadır. Son yıllarda Türkiye’de yargıya olan güven ciddi şekilde sarsıldı. Ekrem İmamoğlu’na yönelik operasyonlar ve diploması üzerinden yürütülen tartışmalar, Mansur Yavaş ve Ankara Büyükşehir Belediyesine yönelik operasyonlar, sahte diploma çetelerinin ortaya çıkması, vatandaşlık bilgilerimizin internete sızdırılması ve bakanlığın bunu reddetmesi… Bunlar sadece manşetlik haberler değil; ekonomiyi doğrudan etkileyen güven krizlerinin parçalarıdır. Yatırımcı şunu düşünür: “Bugün benim tapum, ruhsatım ya da diplomam sorgulanıyorsa kime gidebilirim?” veya “Kimin diplomasına güvenebilirim?” Eğer bir yatırımcı mahkemelerin bağımsız olmadığını hissederse, yatırım yaparken tereddüt etmez mi? Bu da döviz girişini yavaşlatmaz mı? Hükümeti yüksek faiz sarmalına hapsetmez mi? Kısacası, bir ülkenin hukuk sistemi sallanırsa, ekonomisi de beraberinde sallanır.

Ekonomi tek başına bir olgu değildir; siyasetle, hukukla, eğitimle, tarımla diğer tüm konular ile iç içedir. Türkiye, son yıllarda uluslararası arenada yalnızlaşmaya başladı. Bu yalnızlık, hem siyasi hem de ekonomik cephede riskleri artırdı. Yabancı yatırımcı, eğer ülkede bu şekilde bir risk varsa o ülkeye para yatırırken daha yüksek faiz ister. İşte bu yüzden hükümet, yatırımcıyı ikna etmek için faizleri yükseltmek zorunda kaldı. Ama faiz artışı tek başına çözüm değildir. Çünkü piyasa sadece bugünkü kararlara değil, gelecekte ne olacağına da bakar. Eğer yatırımcı, “bu kararlar bir gecede değişebilir” düşüncesine sahipse, istikrar oluşmaz. İşte bu yüzden Merkez Bankası’nın enflasyonla mücadele gücü zayıf kalıyor. Ekonomi, beklentilerin oyun alanıdır. Beklentiler kötü olursa en iyi metodlar bile çalışmaz hale gelir.

Yazının Devamı

Büyümenin gölgesindeki gerçekler

Üzerinde birkaç yıl geçti ama pandeminin hala etkisi geçmedi. Bu nedenle pandemiye bu yazımda değinmek ve nelere neden olduğunu sizinle irdelemek istiyorum. Annelerimiz küçükken ninni olarak “uyusun da büyüsün ninni” derlerdi ya, işte birçok şirket pandemi esnasında bunu “büyüyoruz o halde uyuyalım” şeklinde anladı maalesef ve Pandemi yıllarında sanki “her şey mümkünmüş gibi” bir hava oluştu: Kapıdan sipariş, evden çalışma, dijital iletişim…

Ama hatırlayın, herkesin Pegasus’la uçtuğu gibi, havayı solumak kadar iniş de kaçınılmazdı. İşte bu hafta, Getir ve Mubadala ekseninde dönen meseleler bize o inişin sesini veriyor. Getir, pandemide yaklaşık 12 milyar dolar değerlemeye ulaşmıştı; abartı değil, gerçekten çok büyük bir sıçrama. Fakat sonra uluslararası operasyonlar daraltıldı, bazı ülkelerden çıkıldı. Mubadala, şirketin büyük hissedarı olarak kontrolü ele alma çabalarına girdi, iştiraki kurumlar devraldı. Şimdi ise çıkış ve yeniden yapılanma konuşuluyor. Bu, sadece Getir meselesi değil; pandemi sonrası ekonomide hızla büyüme trendine kapılan şirketlerin nasıl dengesizlik yaşayabileceğinin örneği.

Pandemi süreci birçok şirket için büyük fırsattı: uzaktan çalışmanın yaygınlaşması, teslimat ve lojistik hizmetlerine talebin artması, dijital hizmetlerin yükselişi… Ama bu yükseliş kalıcı olmadı çoğu yerde. Restoran, çip üretimi, petrol gibi sektörler daralma gösterirken; yemek dağıtım, dijital iletişim, IT hizmetleri gibi alanlar öne çıktı. Ancak pandemi kontrol altına alınınca, insanlar yeniden fiziksel alışverişe döndü, sosyal faaliyetler arttı ve dijital teslimata olan aşırı talep azaldı. Bu, “geçici hava” dediğimiz şeyin sönmesiyle sektörel daralmaları beraberinde getirdi.

Yazının Devamı

Cehaletin yükselişi: Hepimizin gizli düşmanı

Ekonomi çoğu zaman para, faiz, enflasyon ve borsa grafiklerinden ibaretmiş gibi görünür. Oysa asıl görünmeyen bir aktör vardır: cehalet. Para kaybedilir, tekrar kazanılır. Ama kaybolan güveni, karakteri ya da bilgelik dolu bir bakış açısını geri kazanmak kolay değildir. Ne yazık ki bugün tüm dünyada cehalet, adeta Yüzüklerin Efendisi filmindeki Sauron’un karanlık ordusu gibi yükseliyor. Fakat bu savaşta kılıç yerine bilgisizlikle donanmış sözler ve yanlış politikalar kullanılıyor ve en tehlikelisi, bu düşmanı fark etmememiz.

Bir zamanlar dünya ekonomisini ayakta tutan akıllıca kurgulanmış güçlü kurumlar vardı: IMF, Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Birliği… Bunlar kolay kurulmadı. Bretton Woods anlaşmaları, Plaza mutabakatı, hatta Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının acı mirasından doğan bir düzenin ürünleriydi. Ama bugün, Brexit’ten ABD-Çin ticaret savaşlarına, çevre anlaşmalarından çekilmelere kadar birçok olay bu yapıları çürütüyor. Düşünün, ABD gibi dev bir ekonomiyi Trump gibi politik olarak tecrübesiz ve kibirli bir lider yönetiyor. Bir dönemin titizlikle planlanan sistemleri, şimdi bilgisiz ellerde adeta can çekişiyor. Bu durum sadece kurumları değil, doların rezerv para gücünü bile sarsıyor. Elbette dolar hâlâ güçlü, ama artık eskisi gibi “tek hakem” değil. Tüm bunlar belirsizlikleri yükseltiyor. Belirsizlik arttıkça sermaye riskten kaçar, faizler yükselir, enflasyon tırmanır. Kısacası, cehaletin yükselişi sadece düşünsel bir sorun değil; cebimizdeki parayı da doğrudan etkileyen bir ekonomik depremdir.

Cehalet yalnızca siyasette değil, halk arasında da kendini gösteriyor. İslami hassasiyet taşıyan (veya taşıdığını iddia eden) pek çok kişi, faiz içerdiğini bilmeden tahvil, bono veya faizli borçlanma senedi alıyor. Bu senetler faiz içeriyor. Haberi yok. Ama almaya koşarak gidiyor. Faizler düşerken fiyatları artıyor ya, kaçırmak istemiyormuş. Hemen her yerde “ben müslümanım” diyor. Elhamdülillah ben de müslümanım ama senin gibi ne aldığımı bilmiyor değilim. Yani kibirli veya cahil değilim çok şükür ki. Hisse senetlerinde ise iş daha karmakarışık: faizle işlem yapan şirketleri araştırmadan yatırım yapan binlerce insan var. Şunu belirteyim hiç kimsenin ne dini ne alıp-sattığı ne de neye sahip olduğu beni ilgilendirmez ama ne yaptığını bilmesini istiyorum. Faiz nedir, kim verir, kime verir, hangi senette faiz var bilmelisin. Sonra ister al ister alma o senin karar vereceğin bir şey. Kripto paralar konusunda ise tam bir bilgi kirliliği hâkim. Bazı sözde bazı din âlimleri, kripto paraların tamamını “haram” ilan etti. Binlerce kripto projesi var be adam nasıl bu karara vardın? Nasıl hepsini inceledin? Sordum: gerekçeleriniz nedir? Çoğu, ne dinimizin (İslam) hukukunu biliyor ne de kripto ve blok zincir teknolojisini. “Arkasında devlet yok” diyorlar. Oysa altının, gümüşün ve diğer metallerin arkasında da devlet yok ki; ama bunlar helal biliyoruz dedim. Sustu kaldı öylece, bilmeden niye fetva veriyorsun. Elbette dini konularda ahkam kesebilecek kadar bilgili değilim ama şu türkümüzü aklıma getirdin: “senin gibi cahile ben efendim diyemem”. Aman siz de efendim demeyin. Kripto paralar spekülatif ve manipülatif diyor. Kelimelerin anlamlarını da bilmiyor. Kandırmaca diyor. Asıl kendi kendini kandıran kimmiş farkında değil. Kendinizi kandırmayın. Spekülasyon ve manipülasyon kavramları bile yanlış kullanılıyor. Oysa bunlar, ekonomi dünyasının temel tanımlarından:

Yazının Devamı

İhracatçının kur hesabında kar mı, zarar mı?

Eskiden bazı firmaların ürettiği hesap makineleri vardı, bir hesap yapacaksanız çok da güvenmemeniz gereken ve ekranda bazen basit işlemlerde hatalar yapan makinelerdi ve hatta farklı farklı makinelerde aynı işlemin sonucunu farklı gelirdi. Elbette en az biri hatalı idi. Belki sizlerde denk gelmiş bile olabilirsiniz. İşte ihracatçılarımızın şu sıralar yaşadığı durum tam da buna benziyor. Fabrikasında gece gündüz üretim yapan sanayicilerimiz, ürettiği malı yurtdışına zar zor satıyor ama kasasına giren döviz, içerideki hesaplara bir türlü uymuyor çünkü kurlar bir türlü gerçek değerini bulamıyor. Peki, bu karmaşık tablo nasıl ortaya çıktı, hangi sonuçlara yol açabilir? Gelin birlikte bakalım.

Türkiye’nin sanayi gücü, üretimdeki çeşitliliğinden gelir ancak bu üretimin omurgasını oluşturan ara mal ve ham madde üretimi hâlâ büyük ölçüde ithalata dayalı. Bir otomobil fabrikasında kullanılan çipten, tekstildeki özel ipliğe kadar pek çok ürün dışarıdan geliyor. Döviz kuru düşük kaldığında bu ithalat görece ucuzluyor, ilk bakışta belki cazipmiş görünüyor ama işin diğer yüzü var: Kurlardaki baskı ihracatçı için ciddi bir yük oluşturuyor. Çünkü yurtdışına mal satan bir şirket, döviz kazanıyor ama TL cinsinden gelirinin değeri düşüyor. Adeta bir “ters makas” ortaya çıkıyor. Üretici, bir yandan ithalat maliyetlerinin görece düşük olmasına seviniyor, diğer yandan ihracat gelirinin erimesine üzülüyor. Bu durum, dış ticaret dengemizi de olumsuz etkiliyor.

Son dönemde Merkez Bankasının kur üzerindeki müdahaleleri sıkça gündemde. Türk lirası, piyasadaki doğal değerinin üzerinde tutuluyor. Bu durum, bazı göstergelerde “başarı” gibi görünse de uzun vadede riskler barındırıyor. Örneğin, gayri safi milli hasılamız (GSMH) son açıklanan rakamlara göre 1,8 trilyon dolara kadar yükseldi. Kulağa etkileyici geliyor değil mi? Ancak bu yüksek rakamın önemli bir kısmı, TL’nin aşırı değerli olmasından kaynaklanıyor. Gerçekte ekonomimizin üretim gücü bu kadar hızlı artmadı ki. Görünüşte büyük ama en ufak bir baskıda patlama riski var. Üstelik aşırı pahalı olan otellerimiz sayesinde turizm gelirlerimizdeki düşüş de tabloyu zorlaştırıyor. Turizme dayalı sektörlerde büyüme beklentileri düşük, bu da döviz girişini sınırlıyor. Kısacası kur baskısı, ekonomideki doğal akışı bozuyor ve ihracatçıların işini daha da zorlaştırıyor.

Yazının Devamı

12 Eylül’ün ekonomiye vurduğu mühür

12 Eylül 1980 sabahı Türkiye, radyodan duyduğu bir anonsla uyandı: “Yurtta sükûn, cihanda sükûn.” Ancak bu kez sözler Gazi Atatürk’ten değil, askeri cunta liderlerinden geliyordu. O sabah tanklar sadece sokaklarda değil, ekonominin damarlarında da dolaşmaya başladı. Darbenin en önemli iddiası, siyasetin kaosunu ve ekonominin krizini birlikte çözmekti. Ama tüm acıların ve tahribatı bi kenara bıraksak bile “ekonomiyi tamir edeceğiz.” diyerek gelen bu müdahalenin faturası, yıllar boyunca halkın cebinden çıkacaktı. Aradan 45 yıl geçti, şimdi markette yağ kuyruğu olmasa da kredi kartı ekstrelerinde uzun bir kuyruk gibi uzayıp giden borçlarla boğuşuyoruz.

1970’ler Türkiye’sinde ekonomik manzara pek parlak değildi. “İthal ikame modeli” adı verilen sistemle, içeride üretim teşvik ediliyor, dışarıdan ithalat sınırlandırılıyordu. Ama bu politika, enerji krizi ve siyasi çalkantılarla birleşince ülkemiz için tam bir darboğaza dönüşmüştü. Yağ, benzin, tüp gaz kuyrukları artık günlük hayatın bir parçası olmuştu. Enflasyon yüzde 100’leri aşmış, işsizlik artmış, sanayi üretimi yavaşlamıştı.

Üstelik ekonomik öngörülebilirlik neredeyse sıfıra inmişti. Yatırımcı bir sonraki ayın değil, ertesi günün fiyatlarını bile kestiremiyordu. Ama bu ortamda sendikalar da güçlüydü; işçi ve memur hakları için grev seçenekleri vardı. 1961 anayasası özgürlükler açısından bu özgürlükleri veriyordu ve sendikalar bu özgürlükleri kullanarak piyasada işçilerin de haklarını savunan bir dengeyi kurmayı mümkün kılıyordu. Ancak takvimler 12 Eylül tarihine doğru giderken çatışmalar, siyasi çatışmalar, ekonomik krizler, kamu disiplininin bozulması bir nevi cuntacılara da bahane olmuş ve darbe gerçekleşmişti. Darbeden sonra elbette hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacaktı ülkemiz için.

Yazının Devamı

Kripto dalgalanırken altın parlıyor

Dalgalandım da duruldumKoştum ardından yoruldum Binlerce yatırım yaptım da… En son ETF’lerde kayboldum.

Bu dizeler aslında bir aşk hikâyesine değil, son yılların en çalkantılı yatırım aracına, yani kripto paralara da uyarlanabilir. Binlerce coin piyasaya çıktı, her biri geleceğin finans yıldızı olma iddiasıyla yatırımcıların hayallerini süsledi. Ancak kripto için günümüz hikâyesi biraz dalgalanıyor ve hatta bazı gemileri batmaya başladı. En son darbeyi de ETF rüzgârı vuracak gibi. Bugünlerde kripto piyasasında bir yandan dalgalar yükselirken, diğer yandan yatırımcıların yüzündeki umut ışığı giderek soluyor. Peki, bu fırtınada sermaye nereye yelken açıyor? Gelin birlikte bakalım.

Nasdaq endeksinde teknoloji hisselerine “fazla yüklenildi” uyarıları sıkça duyulmaya başladı. Bu durum, kripto piyasasını da doğrudan etkiliyor. Kripto, uzun süre teknoloji dünyasının bir parçası olarak yükseldi. Ancak son dönemde özellikle yapay zekâya olan yoğun ilgi, yatırımcıların dikkatini kriptodan almaya başladı. ETF’lerin sayısındaki hızlı artış, piyasadaki hareketliliği bambaşka bir yöne taşıdı. Artık yatırımcılar, kriptonun bir dönem sunduğu hızlı kazanç fırsatlarından çok, kontrollü ve şeffaf yatırım araçlarına yöneliyor. Bir zamanlar parıldayan “geleceğin parası” olarak lanse edilen kripto paralar, bugün kırmızı uyarı lambaları ile “yüksek risk” sembolü hâline gelmiş durumda. Bu da şimdilik piyasalarda sert dalgalanmalara yol açıyor, gelecek günler için ise ciddi kaygılarım var maalesef.

Yazının Devamı

Faizler ve küresel ritimler

Öncelikle geçmiş Mevlüt Kandilinizi en içten dileklerimle kutlarım; bu mübarek zamanların sizlere huzur, umut ve güzel bir nefes getirmesini dilerim.

Gelelim konumuza: Faiz. Adeta tüm dünyanın beraber tuttuğu bir ritimdir: bazen yüksek seyreder, bazen de düşer. Kimi ülkede çok yüksektir, kimi ülkede ise bazen sıfırın altı bile görülebilir. Ancak bütün ülkelerin bu melodiyi senkron şekilde takip etmesi, ülkelerin faiz politikasının ne kadar benzer ve aynı zamanda mahrem olduğunu gösterir. İşte şimdi, bu küresel ama mahrem konuda “indirimi” konuşma zamanı yavaş yavaş gündeme gelmeye başladı, hem Türkiye’de hem dünyada…

“Faiz indirimi gündeme gelmeye başladı”: Bu cümle, son aylarda pek çok merkez bankasının parmak bastığı ortak notadır. Gelişmiş ekonomilerde, yüksek faiz politikalarından bir miktar gevşeme sinyalleri duyulmaya başladı. Avrupa Merkez Bankası, FED, Japonya gibi ekonomi devlerinde, enflasyon baskılarının biraz olsun azalması; risk primi ve küresel büyüme endişelerinin azalmasıyla faiz indirimi değerlendirmelerine geldi. Negatif faiz gibi alışılmışın dışında enstrümanlar bir yandan rafa kalkarken, faiz oranları yavaş yavaş makul seviyelere doğru yönelmeye başladı. Elbette bu trend Türkiye için de faiz konusunda rahatlama olarak yansıyacaktır. Faiz indirimi gelmişti önceden ancak bu seferki bir trend olarak gündemde olduğundan bu günler daha kritik diyebilirim faiz konusunda.

Yazının Devamı

Enerji fiyatları: Sessiz muhasebecinin kalemi

Vizontele filminde unutulmaz bir sahne vardır; muhtarın oğlu arabayı çalıştırmaya uğraşır ama çalıştıramaz. Ve kaputu açıp içine bakar ve “Baba, akü yok!” der. Aslında o sahne bugünün Türkiye’sine bir mesaj bırakır. Akü yoksa araba yürümez. Bizim ülkemizin arabası da elektriksiz, benzinsiz, mazotsuz yürümez. Devlet, şirketler ve biz hane halkı; hepimiz aslında “enerji muhasebesi” tutuyoruz. Gider tablosunda enerji fiyatları ilk sıralarda ve bu tabloyu denkleştirmek bazen elimizde olmuyor. İşte bu nedenle devlet babaya “baba enerji yok” demek geliyor içimizden.

Dünya enerji piyasası bir satranç tahtasına benzer. Taşların çoğunu da petrol üreticileri ellerinde tutar: Suudi Arabistan, Rusya, İran ve ABD. Ortadoğu, tarih boyunca hiçbir zaman güvenli bir sahne olmadı; siyasi bir kıvılcım fiyatları anında yukarı çeker. Küresel riskler arttıkça, enerji fiyatları da borsadaki hisse senetleri gibi yükselir. Türkiye için bu tablo büyük bir dezavantajdır; çünkü cari açığımızın aslan payı enerji ithalatından gelir. Yılda 100 milyar dolar civarında açık veriyoruz ve bu 1,3 trilyon dolarlık milli gelirimizin yaklaşık yüzde 8’ine denk geliyor. Dolar cinsinden ödenmesi gereken bu fatura, Türk lirasını her yıl yeniden sınava sokuyor.

Enerji, sadece küresel diplomasinin değil, ekonominin de görünmez eli gibidir. Hane halkı için basit denklem şudur:

Yazının Devamı