“O ne özgüven o”
Türkiye’de siyasetin en tartışmalı yanlarından biri, makamın sağladığı gücün, istifa ya da görevden alınma sonrasında bile devam edebilmesi. Uzun yıllar Ankara’yı yöneten ve Türk siyasetinde güçlü bir figür hâline gelen Gökçek ailesi, bu durumun en görünür örneklerinden biri olarak öne çıkıyor. Haklarında onlarca iddia bulunmasına, bu iddiaların bazılarını kendi partililerinin dahi dillendirmiş olmasına rağmen, kendilerini “aklanmış” saymaları ve siyaseten hâlâ çok rahat davranmaları, aslında Türkiye’deki hesap verilebilirlik krizinin bir yansımasıdır.
İSTİFA MI, AKLANMA MI?
Türkiye’de istifa etmek veya görevden alınmak çoğu kez “temizlenmek” anlamına geliyor. Kamuoyunda “yolsuzluk” ya da “usulsüzlük” iddialarıyla anılan pek çok isim, makamı bıraktıktan sonra kendini otomatik olarak “aklanmış” kabul edebiliyor. Oysa demokratik ülkelerde istifa bir süreçtir; sorumluluğun devri anlamına gelir ama aynı zamanda soruşturmanın önünü açar. Bizde ise tam tersi: Görevden ayrılmak çoğu zaman bir “kurtuluş” reçetesi hâline geliyor.
Gökçek ailesinin bugünkü konumuna baktığımızda bu tablo açıkça görünüyor. Melih Gökçek’in Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan ayrılışı, uzun süre “siyasi baskı” ve “parti içi operasyon” bağlamında tartışıldı ama o günden bugüne haklarında açılmış kapsamlı ve bağımsız bir soruşturma olmadı. Bu durum sadece hukukun işleyişiyle ilgili değil, aynı zamanda siyasî kültürümüzle de ilgili bir mesele.
Bu uzun hikâyenin yeni bir perdesi bugün açıldı. Mansur Yavaş, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nde düzenlediği basın toplantısında hem Gökçek dönemine ilişkin iddiaları hem de kendisine yönelik son davaları değerlendirdi. Yavaş’ın sözleri, Gökçek ailesinin yıllardır biriktirdiği aşırı özgüveni doğrudan hedef alıyordu.
“Gökçek ve ailesinin tümü yargılanmadan asla adaletten bahsedilemez” diyen Yavaş, daha önce yapılan 100’e yakın suç duyurusunun “ya bilirkişi raporu alınarak takipsizlikle sonuçlandığını ya da rapor bile hazırlanmadan rafa kaldırıldığını” söyledi. Belediyenin son iki yılda açtığı yeni davaların da aynı kaderi yaşamaması için kamuoyuna çağrı yaptı.
SUÇ DUYURULARI VE KURUMSAL KÖRLÜK
Basın toplantısındaki en önemli veri, geçmişte yapılan suç duyurularının karşılıksız kalmış olmasıydı. Yavaş’ın ifadesiyle “100’e yakın şikâyet”in 55’inde bilirkişi raporu alınmış ancak takipsizlik kararı verilmiş, bir kısmında ise rapor dahi düzenlenmemiş. Bu tablo, “istifa aklanma getirir” anlayışının aslında nasıl kurumsal bir zemine oturduğunu gösteriyor.
Bu, Türkiye’de hukuk sisteminin ne kadar siyasallaştığına dair bir gösterge olduğu kadar, kamu yöneticilerinin neden bu kadar özgüvenli davrandıklarını da açıklıyor. Suç duyuruları ciddiye alınmadığında, soruşturmalar bağımsız yürütülmediğinde, “ben zaten temizim” algısı kendiliğinden üretiliyor.
Yavaş’ın basın toplantısındaki ton, aslında kendi belediyecilik anlayışıyla Gökçek döneminin uygulamaları arasındaki farkı yeniden gündeme getiriyordu. “Konserlerle ilgili pahalı yapmışlarsa cezasını çekerler, yapmamışlarsa aklanırlar” sözleri, bir yandan “benim saklayacak bir şeyim yok” diyen bir belediye başkanını gösteriyor, diğer yandan da eski dönemin hesap verme kültürünü sorguluyor.
Bu tavır, Ankara’da siyaset yapma biçiminin dönüşmekte olduğunun bir işareti olabilir. Yavaş’ın bu çıkışı, hem belediye içindeki denetim mekanizmalarını hem de kamuoyunun beklentisini güçlendiren bir rol oynuyor.
KENDİ CEPHESİNDEN ÇATLAKLAR
Gökçek ailesine yönelen eleştirilerin yalnızca muhalefetten gelmediğini, hatta kendi partilerinden ve yakın çevrelerinden de gelen “salvolar”ın olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu, “özgüven” retoriğinin aslında ne kadar kırılgan bir zeminde durduğunu gösteriyor.
Melih Gökçek’in görevden ayrıldığı dönemde, AK Parti içinden de “artık Ankara’yı kaybettik” veya “bu kadarı fazla” diyen sesler yükselmişti. Osman Gökçek’in Meclis’teki tartışmalar ve sosyal medya polemikleri de bu kırılganlığı ortaya koyuyor. Kendi tabanında bile “bu mirasın yükü” tartışmaları yapılırken, ailenin kendinden emin tavrı, Türkiye’de siyasetin bir “hesap sorulmazlık” kültürü üzerinde yükseldiğini hatırlatıyor.
Bu tabloyu sadece bir aile veya bir belediye başkanlığı eksenine sıkıştırmak doğru değil. Türkiye’de uzun süredir devam eden bir hesap verilebilirlik krizi var. Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı zedelendikçe, kamu gücünü kullanan aktörler de kendilerini “dokunulmaz” hissediyor. İstifa etmek ya da görevden alınmak bu dokunulmazlığı ortadan kaldırmıyor; tam tersine bir tür “zırh” işlevi görebiliyor.
Demokratik ülkelerde bir kamu yöneticisi hakkında ciddi iddialar olduğunda süreç genellikle şöyle işler: Görevden ayrılma, soruşturma, raporların kamuya açıklanması ve sonunda hukuki bir karar. Türkiye’de ise çoğu zaman ilk aşama gerçekleşiyor ama geri kalanı gelmiyor. Bu nedenle de kamuoyunda, “Demek ki suçsuzmuş” algısı doğuyor. Oysa hakikate ulaşmak için bağımsız soruşturmalar şarttır.
GÖKÇEKLER VE AŞIRI ÖZGÜVEN
Bugün Gökçek ailesinin sergilediği rahat tavır, aslında tam da bu kültürün ürünü. Haklarındaki onlarca iddia, kendi partililerinin itirafları, kamuoyuna yansıyan dosyalar… Hiçbiri onları siyaseten ve hukuken geri adım attırmamış görünüyor. Üstelik Mansur Yavaş gibi kamuoyu desteği güçlü bir rakibe karşı bile bu özgüvenle hareket edebiliyorlar.
Bu tablo, sadece bir “kişisel cesaret” meselesi değil. Türkiye’deki yargı ve medya düzeni de bu özgüvenin arkasındaki önemli dayanaklardan biri. Eğer bir ülkede medya sorgulayıcı değilse, yargı bağımsız değilse, kamuoyu baskısı zayıfsa, siyaseten güç kaybetmiş aktörler bile kendilerini hâlâ “dokunulmaz” hisseder.
Türkiye’deki siyasî etik kültürü, uzun zamandır kişilere bağlı bir sadakat ilişkisi üzerinden şekilleniyor. “Bizden olanı koruma” refleksi, toplumsal adalet duygusunu zedeliyor. Bu nedenle bir dönemin belediye başkanı, yıllar sonra bile aynı rahatlıkla dava açabiliyor, medya turuna çıkabiliyor, sosyal medya kampanyaları yürütebiliyor.
Oysa gerçek bir demokrasi, hataların ve yanlışların üstünü örtmez; soruşturur, kamuoyuna açıklar ve gerekiyorsa cezalandırır. Bu süreç tamamlanmadan “aklandık” demek, sadece bir algı yönetimidir. Türkiye’nin bunu değiştirebilmesi için siyasî etik ve hesap verilebilirlik kültürünü güçlendirmesi şart.
MASUMİYET KARİNESİ AYRI, HESAP VERİLEBİLİRLİK AYRI
Bu yazının amacı kimseyi peşinen suçlu ilan etmek değil. Masumiyet karinesi hukukun temelidir. Ancak “hesap sorulabilirlik” de demokrasinin temelidir. Bu ikisi birbirine zıt değil, birbirini tamamlayan kavramlardır.
Sonuçta mesele sadece Mansur Yavaş veya Gökçek ailesi değildir; mesele Türkiye’de siyasî gücün nasıl kullanılacağı, sorumluluğun nasıl paylaşılacağı ve hukukun nasıl işleyeceğidir. Eğer gerçekten demokratik bir toplum istiyorsak, “istifa”yı “aklanma” sanmaktan vazgeçmeli ve “hesap sorulabilirliği” bir lüks değil, temel hak ve yükümlülük olarak görmeliyiz.