Osmanlıcılık fikrinin okşayıcı tehlikesi ve Heybeliada Ruhban Okulu

İnanç Uysal

İnanç Uysal

Tüm Yazıları

Türkiye’de son haftalarda yeniden gündeme gelen Heybeliada Ruhban Okulu tartışması, tek başına bir eğitim kurumu meselesi değil. Patrik Bartholomeos’un diplomatik temasları, ABD’de dillendirilen mesajlar ve Ankara’daki yeni siyasi konjonktür, konuyu yalnızca bir “din özgürlüğü” çerçevesinin ötesine taşıyor. Burada bizi bekleyen, romantik bir Osmanlı nostaljisinin yarattığı okşayıcı bir tehlike var: ulus-devletin meşruiyetini ve sınırlarını bulanıklaştırmak.

Burada yayımlanan “Millet Sistemi” başlıklı yazıda hatırlattığımız gibi, Osmanlı’daki millet sistemi azınlıkların hukuku üzerine inşa edilmişti; yani her cemaat kendi iç hukukunu, kendi liderliğini ve kendi eğitim kurumlarını idare eder, devlet ise bu farklılıkların üzerinde bir hakem konumundaydı. O yazıda şöyle demiştik: “Osmanlı millet sistemi, gayrimüslim topluluklara devlet içinde devlet olma imkânı tanıyordu. Bugün ise yalnızca Müslüman unsurlar için farklı bir yapılanma teklif ediliyor.” Bu hatırlatma, bugünkü tartışmaları anlamamız için kilit bir nokta. Osmanlıcılık fikri hâlâ cazip görünüyor çünkü çeşitliliği yönetmenin, çoğulculuğu kurumsallaştırmanın eski bir reçetesini hatırlatıyor. Ancak bu reçetenin aynı zamanda egemenlikten feragat anlamına geldiğini unutmamak gerekir.

Geçtiğimiz günlerde hem ulusal hem uluslararası basında dikkat çeken haberler çıktı. Patrik Bartholomeos’un ABD’deki temaslarında Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılmasınınTürkiye’nin imajını düzeltecek bir adım” olarak sunulduğu bildirildi. Milli Eğitim Bakanlığı düzeyinde okulun statüsü, müfredatı ve yönetimi konusunda bir çalışma yapıldığına dair bilgiler sızdı. Erdoğan’ın yaklaşan ABD ziyareti öncesinde okulun açılması meselesinin diplomatik pazarlık başlıklarından biri haline geldiği belirtildi. Çeşitli gazetelerde, okulun açılmasının sadece dinî eğitim değil, Patrikhane’nin “ekümeniklik” iddiasını güçlendireceği vurgulandı. Bütün bu gelişmeler Türkiye’de bazı kesimler tarafından “din ve vicdan özgürlüğü” kapsamında olumlu bir adım olarak yorumlanıyor. Oysa meseleye egemenlik perspektifinden bakıldığında tablo farklı görünüyor. Ruhban Okulu yalnızca bir seminer değil, ulus-devletin kontrol alanında yeni bir hukuk ve statü zemini yaratabilir.

Osmanlı millet sistemi çoğu zaman hoşgörü ve çoğulculuk örneği olarak takdim edilir. Evet, farklı cemaatlerin kendi liderlerini, mahkemelerini, eğitim sistemlerini oluşturabildiği bir modeldi. Ancak bu model aynı zamanda devletin topluluklar üzerindeki yetkisini sınırlayan ve farklı hukuk alanları yaratan bir yapıydı. Bugün önerilen ya da zorlanan “yeniden açılış” hamlesi bu “farklı hukuk alanları” fikrini yeniden dolaşıma sokuyor. Ulus-devlet mantığına göre vatandaş eşittir, hak ve yükümlülükler aynıdır. Millet sistemi mantığına göre ise cemaat hakların ve yükümlülüklerin belirleyicisidir. Bu ikisi teorik olarak yan yana duramaz.

Asıl tehlike, Osmanlıcılık fikrinin günümüz kamuoyuna okşayıcı bir nostalji olarak sunulmasıdır. Herkesin kulağına hoş gelen “çeşitlilik”, “çoğulculuk”, “hoşgörü” kavramları, ulus-devletin egemenlik ilkesiyle birleşmediğinde kontrolsüz bir özerklik üretir. Bugün Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması talepleri, bu kontrolsüzlüğün sembolü haline gelebilir. Türkiye’de Osmanlıcılık çoğu zaman siyasal romantizmin bir parçası olarak konuşuluyor. Ancak romantizmin ötesinde bu modelin tarihsel gerçekliği, merkeziyetin zayıflaması ve dış güçlerin iç işlerine karışmasına geniş kapılar açılmasıdır. 19. yüzyılın kapitülasyonlarla, konsolosluk mahkemeleriyle, “himaye” rejimleriyle dolu tecrübesi unutulmamalıdır.

ABD’nin ve Patrikhane’nin rolü de burada önemlidir. ABD diplomatik kanallardan, uluslararası kuruluşlardan ve insan hakları raporlarından yararlanarak Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması için yıllardır bastırıyor. Patrikhane ise ekümeniklik iddiasını güçlendirecek her adımı stratejik bir kazanım olarak görüyor. Yani mesele yalnızca bir eğitim kurumunun faaliyete geçmesi değil; Türkiye’nin Lozan sonrası oluşturduğu hukuk düzeni ve ulus-devletin kendi azınlık politikaları üzerinde tasarruf hakkının sınanmasıdır.

Bir ulus-devletin en temel özelliği, eğitim ve din alanında dahi nihai sözün devlette olmasıdır. Bu yetkiyi paylaşmak ya da dış aktörlere açmak, devletin kurucu ilkesinden geri adım atmak anlamına gelir. Heybeliada Ruhban Okulu gibi kurumlar ancak ulus-devletin açık ve sıkı bir denetimi altında çalıştığı sürece ulusal bütünlükle uyumlu olabilir. Bu yüzden “okul açılsın mı açılmasın mı” tartışması “özgürlük” veya “hak” ekseninde değil, “egemenlik” ekseninde yürütülmelidir. Aksi hâlde çok uluslu ve çok dinli bir modelin cazibesi altında egemenlik erozyonu yaşanabilir.

Ruhban Okulu’nun yeniden açılması hamlesini “tarihi bir yanlışın düzeltilmesi” veya “hoşgörünün yeniden tesisi” gibi romantik ifadelerle açıklamak kolaydır. Fakat gerçek tablo farklıdır. Bu adım, Osmanlı’nın çok hukukluluk mirasının modern bir kılıfla geri getirilmesidir. Eğer bu süreç ulus-devletin vatandaşlık temelli eşitlik ilkesine aykırı olarak ilerlerse Türkiye’nin iç hukukunda ayrıcalıklı alanlar oluşabilir. Böyle bir tablo dış aktörlerin “azınlık hakları” söylemiyle iç siyasete müdahale etmesini kolaylaştırır. Bugün asıl ihtiyaç, millet sisteminin tarihsel tecrübesinden ders çıkararak egemenlik alanını koruyan; eğitim ve din kurumlarını şeffaf ama aynı zamanda ulusal denetim altında tutan bir model geliştirmektir.

Heybeliada Ruhban Okulu meselesi bu nedenle yalnızca bir eğitim kurumu veya azınlık hakkı tartışması değildir. Bu mesele Osmanlıcılık fikrinin okşayıcı tehlikesiyle ulus-devletin egemenlik alanının çatışma potansiyelini bir arada taşır. Romantik Osmanlıcılık nostaljisi, devletin merkezî gücünün zayıflamasının yol açtığı sorunları gölgelememelidir. Millet sistemi geçmişte nasıl dış müdahalelere zemin hazırladıysa bugünün Heybeliada hamleleri de benzer riskler barındırıyor. Bu tartışmayı yalnızca bir “dinî özgürlük” meselesi gibi değil, bir “egemenlik” meselesi gibi görmek gerekir. Okşayıcı Osmanlıcılık söylemine kapılmadan ulus-devletin sınırlarını, hukukunu ve egemenliğini gözeten bir bakış geliştirmek bugün her zamankinden daha hayati.