Barışın kirli gölgesi: Meclis’te atılan sloganlar

İnanç Uysal

İnanç Uysal

Tüm Yazıları

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin duvarları, uzun zamandır böylesine keskin bir çelişkiye aynı anda tanıklık etmemişti. Bir yanda “umut hakkı”, “barış”, “kardeşlik” gibi kavramlar üzerinden toplumsal bir yumuşama dili kurulmaya çalışılıyor; diğer yanda aynı çatı altında terörle özdeşleşmiş bir ismin sloganları yankılanıyor. Bu kadar ağır bir sembolün, barışın diline bulaştırılması sadece siyasetin değil, toplumsal vicdanın da sınavıdır.

Son günlerde kamuoyunun gündemine oturan olay, TBMM’deki DEM Parti grup toplantısında yaşandı.

DEM Parti Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, konuşmasında “Öcalan’ın özgürlüğü için yürüyen kadınlardan” söz ederken salonda bir anda “Biji Serok Apo” sloganları yükseldi.

Haberlere göre bu sloganlar, Meclis tarihinde ilk kez bu kadar açık biçimde duyuldu.

Ve ironik biçimde, bu olay aynı günlerde tartışılan “Umut Hakkı” ve “barış-kardeşlik komisyonu” çağrılarının hemen sonrasına denk geldi.

Bu çelişkiyi görmezden gelmek mümkün değil. Çünkü barış, terörün gölgesinde telaffuz edildiğinde anlamını yitirir.

DEM Parti’nin “barış” ve “kardeşlik” vurguları, eğer her defasında “Öcalan’a umut hakkı tanınmalı” söylemiyle birlikte geliyorsa, orada samimiyet değil strateji vardır.

Barış, bir halkın ortak geleceğine dair umudu büyütmekse, bu sloganlar tam tersine o umudu zehirliyor.

DEM Parti’nin son dönemde dillendirdiği “Umut Hakkı” çağrısı, Avrupa hukuk sistemlerinde ömür boyu hapis cezası alan hükümlülere belirli bir süre sonra yeniden değerlendirme hakkı tanınması prensibine dayandırılıyor. Bu teknik hukuk tartışmasının, Türkiye’deki karşılığı ise çok daha politik:

Parti, bu kavramı doğrudan Abdullah Öcalan için gündeme getiriyor.

Yani “umut hakkı” adı altında, PKK’nın kurucu liderine yönelik bir özgürlük talebini meşrulaştırmaya çalışıyor.

Bu noktada “barış” ve “umut hakkı”nı birbirinden ayırmak gerekiyor.
Çünkü biri toplumun yaralarını sarmayı, diğeri ise bir suçlunun hukukunu tartışmayı hedefliyor.
DEM Parti’nin sorunu tam da burada başlıyor: toplumsal bir barış talebini, örgütsel bir söylemin içine hapsediyor.
Bu da, kelimelerin masumiyetini ortadan kaldırıyor.

Barış, bir halkın ortak vicdanında kök salmadıkça yaşayamaz.

Bugün Türkiye’de kimse barış kelimesine karşı değil; ama herkes, bu kelimenin kimlerin ağzında nasıl kullanıldığına dikkat kesiliyor.

Bir annenin yitirdiği oğlunun ardından duyduğu acı, o kelimenin yükünü çoktan belirlemiş durumda.

Bu nedenle, Meclis çatısı altında “Apo” sloganları duyulduğunda, insanlar sadece öfkelenmiyor; barış kelimesinin yeniden kirletildiğini hissediyor.

DEM Parti’nin gerçekten barıştan söz etmek istiyorsa, önce bu kavramın üzerindeki gölgeyi kaldırması gerekir.

O gölge, “Biji Serok Apo” sloganlarıyla daha da koyulaştı.

Çünkü barış, terörle yan yana anılamaz.

Barış, bir ülkenin çocuklarını hedef alan bir örgütün lideriyle birlikte zikredilemez.

Barış, ancak suçla arasına kalın bir çizgi çekebilenlerin dili olabilir.

Toplumun gösterdiği tepkiyi “milliyetçi refleks” diye küçümsemek kolaycılıktır.

Asıl mesele, toplumsal hafızanın temizliğidir.

Bu ülke, “barış süreci” adı altında hendeklerin kazıldığı, şehirlerin yakıldığı, çocukların kaçırıldığı yılları yaşadı.

Dolayısıyla barışa değil, barışın yanlış ellerde istismar edilmesine karşı bir güvensizlik var.
Ve o güvensizliği gidermenin yolu, DEM Parti’nin yaptığı gibi Öcalan’a “umut hakkı” istemekten değil; terörü açık ve net biçimde mahkûm etmekten geçiyor.

“Umut hakkı” kavramı, insana dair bir temenni olabilir. Ama o hakkı gerçekten hak edenler, bir ulusun çocuklarını toprağa düşürenler değildir.

Bu toplum, bağrında çok acı taşıyor.

Bir annenin “Oğlumun katiline umut değil, adalet isterim” sözündeki ağırlığı, hiçbir politik cümle taşıyamaz.

İşte bu yüzden DEM Parti’nin barış çağrıları inandırıcı olmuyor. Çünkü çağrının merkezinde vicdan değil, hesap var.

Elbette kimse bir halkın onur mücadelesine, kimliğine ya da eşitlik talebine karşı değil. Ama bu talepler, bir terör örgütünün mirası üzerinden değil, toplumsal meşruiyet üzerinden dile getirilmeli.

DEM Parti’nin en büyük yanlışı, her fırsatta Kürt kimliğini Öcalan figürüyle özdeşleştirmesi.

Oysa milyonlarca Kürt yurttaş, barış kelimesini bu kadar kirli bir bağlamda duymak istemiyor.

Onlar, çocuklarının dağlara değil üniversitelere gitmesini istiyor.

Onlar, barışı “Apo” sloganlarında değil, huzurlu bir gelecek umudunda arıyor.

TBMM’de atılan sloganların ardından Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş’un “Keşke böyle şeyler olmasaydı” açıklaması, aslında bir diplomatik sitemin ötesinde anlam taşıyor. Bu olay, Meclis’in itibarını, siyasetin dilini, toplumsal dengeleri aynı anda zedeledi.

Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin yasama organı, terör sembollerinin yankılanacağı bir alan olamaz.
Bu sadece bir “ifade özgürlüğü” meselesi değildir; bu, devletin ortak hafızasına saygı meselesidir.

Gerçek barış, herkesin kendi travmasıyla yüzleştiği noktada başlar. Bir taraf geçmişin yanlışlarını kabul ederken, diğer taraf suçlularını kahramanlaştırmaya devam ederse, orada barış değil, kandırmaca olur.
DEM Parti’nin Meclis’te attığı bu adım, barışın değil, o kandırmacanın yeni perdesidir.

Türkiye, artık barış kelimesinin kirletilmesine tahammül edemez.
Bu kelime, terör örgütlerinin değil, halkın ortak malıdır.
Ve bu halk, barışın değil; barışın istismar edilmesinin karşısındadır.

O gün Meclis salonunda atılan slogan, sadece bir grubun heyecanı değildi; barış kavramının kalbine sıkılmış bir kurşundu.

Barış, sloganların arasında değil, vicdanın sessizliğinde yaşar.

Ve o sessizliği yeniden bulmadıkça, umut hakkı da kardeşlik de sadece lafta kalır.