Gündemden uzak dünyaya yakın
Son günlerde Ortadoğu’da ve Türkiye’de peş peşe yaşanan askeri, diplomatik ve siyasi gelişmeler, kamuoyuna aynı duyguyu tekrar tekrar fısıldıyor: Bir eşikten geçiliyor. Olayların sıklığı, eşzamanlılığı ve taşıdığı sembolik anlamlar, sıradan bir gündem yoğunluğunun ötesinde bir tabloya işaret ediyor. Sanki tek bir cümle, farklı başlıklar altında sürekli yeniden üretiliyor: Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Bu duygu, yalnızca bir beklenti ya da öngörü olarak kalmıyor; adeta kaçınılmaz bir gerçeklik gibi sunuluyor. İsrail Başbakanı’nın Türkiye’ye F-35 verilmemesi gerektiğini açıkça dile getirmesi, hava sahasında ve sınır ötesinde yaşanan askeri hareketlilik, Ankara’da yaşanan uçak kazası, Türkiye’nin Libya’dan Suriye’ye uzanan geniş bir coğrafyada artan askeri ve diplomatik varlığı… Her başlık, değişimin farklı bir yüzünü gösteriyor.
Diplomasinin kırılgan anları da bu tabloyu tamamlıyor. Dışişleri Bakanı’nın bir konuşmasının teknik bir nedenle kesilmesi bile, dakikalar içinde siyasi ve sembolik anlamlar yüklenerek tartışmaya açılabiliyor. Olayın kendisinden çok, yarattığı algı konuşuluyor. Bu da ister istemez şu soruyu doğuruyor:
Değişim yalnızca sahada mı yaşanıyor, yoksa algılar üzerinden de mi yönetiliyor?
Ortadoğu’da çatışmalar derinleşirken, güç dengeleri yeniden kurulurken ve Türkiye bu denklemde daha görünür bir aktör haline gelirken, alışıldık güvenlik ve diplomasi kalıpları zorlanıyor. Artık hiçbir hamle yalnızca askeri ya da yalnızca siyasi değil; her adım, zincirleme sonuçlar üretiyor.
Bu noktada kaçınılmaz bir soru daha ortaya çıkıyor:
Türkiye bu değişimi yöneten ülkeler arasında mı, yoksa değişimin hızına ayak uydurmaya çalışanlar arasında mı yer alıyor?
Bölgesel ittifakların daha kırılgan, dış baskıların daha doğrudan hale geldiği bir dönemde “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” cümlesi giderek somutlaşıyor. Ancak bu cümle tek başına bir yol haritası sunmuyor. Sadece eski denge noktalarının artık geçerli olmadığını hatırlatıyor.
Asıl zor ve belirleyici soru tam burada başlıyor. Değişimin kaçınılmaz olduğu bir dönemde, bir ülkenin neyi koruyacağı, neyi dönüştüreceği hayati önem taşır. Türkiye eskisi gibi kalacaksa, bu tam olarak ne anlama geliyor?
Bu soru, geçmişe duyulan nostaljik bir özlemi değil; toplumsal dengelerin, birlikte yaşama iradesinin ve iç barışın korunup korunamayacağını sorguluyor. Dışarıda fırtına şiddetlenirken, içeride dilin sertleşmesi mi kaçınılmaz olacak, yoksa daha kapsayıcı bir siyaset mi öne çıkacak?
Tam da bu noktada yeniden gündeme gelen barış ve kardeşlik vurgusu dikkat çekiyor. Ancak bu vurgu iki farklı biçimde okunabilir. Birincisi, gerçekten toplumsal yaraları onarmayı, gerilimleri azaltmayı ve uzun vadeli bir iç istikrarı hedefleyen bir yön değişikliği. İkincisi ise dış baskılar ve bölgesel riskler artarken içeride tansiyonu düşürmeye yönelik geçici bir rahatlama arayışı.
Henüz yanıtlanmamış sorular ortada duruyor:
Barış ve kardeşlik söylemi kalıcı bir siyasal ve toplumsal dönüşümün işareti mi, yoksa zor bir dönemi daha az hasarla geçirme çabası mı?
Eğer hiçbir şey eskisi gibi olmayacaksa, bu değişimin bedelini kimler ödeyecek?
Bugün gelinen noktada, iki ayrı cümle iki ayrı gerçeği temsil ediyor. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ifadesi, yaşananların hızını ve ağırlığını anlatıyor. Türkiye eskisi gibi kalacak mı sorusu ise bu hızın ülkenin iç dengelerini nasıl etkileyeceğini sorguluyor.
Belki de asıl mesele şudur:
Değişim kendiliğinden geliyor; fakat Türkiye’nin nasıl kalacağı, alınacak siyasal ve toplumsal kararlarla belirlenecek.
DEĞİŞİM GELİYOR, PEKİ BİZ NEREDE DURACAĞIZ?
Belki de sorun şu cümlede düğümleniyor: Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak denirken, bu değişimin sanki dışarıdan gelen, kapıya dayanmış bir kader olduğu ima ediliyor. Oysa tarih bize defalarca şunu gösterdi: Değişim çoğu zaman “olur”, ama sonuçları “seçilir”. Türkiye bugün bir yandan bölgesel fırtınaların ortasında daha görünür, daha iddialı bir aktör olmanın bedelini öderken; diğer yandan içeride hangi dili, hangi yöntemi ve hangi toplumsal dengeyi koruyacağına karar verme eşiğinde duruyor.
Barış ve kardeşlik söylemi tam da bu nedenle kritik. Çünkü bu söylem ya gerçek bir yüzleşmenin ve kalıcı bir birlikte yaşama iradesinin kapısını açacak ya da “zor zamanlarda işe yarayan” geçici bir siyasi aparata dönüşecek. Eğer değişim kaçınılmazsa, onu yönetemeyenler genellikle en çok “eskisi gibi kalmasını” isteyenler olur. Ve ironik olan da budur: Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak denirken, en büyük risk Türkiye’nin alıştığı sorunlarla, ama daha ağır sonuçlarla karşılaşmasıdır.
Belki de bugün asıl sormamız gereken soru şudur: Değişimin kaçınılmaz olduğu bu dönemde, Türkiye gerçekten eskisi gibi kalmak istiyor mu; yoksa eskiden kalan bazı alışkanlıkları sürdürmenin bedelini mi “değişim” adı altında ödemeye hazırlanıyor? Çünkü tarih çoğu zaman şu cümleyi doğrular: Her şey değişir, ama değişmeyenler bedelini daha ağır öder. Ve o bedel, çoğu zaman ilk bakışta fark edilmez; barış, kardeşlik ve birlikte yaşama fikri sessizleştiğinde ortaya çıkar.