Hep değişiyor, hep aynı kalıyor
İktidarın 23 yıllık siyaset tarzını anlamak için çok karmaşık analizlere gerek yok. Kendi kurduğu “siyaset-üstü” temaları, bir tür ahlaki anlatıya dönüştürerek oyunun kurallarını sürekli değiştirir. Bu anlatılar öyle yerleştirilir ki, kimse açıkça karşı çıkamaz. Karşı çıkan da doğrudan etik, milli veya dini açıdan sorgulanır.
Bu siyasetin temel kuralı şu: Ya tam destek verirsin ya da düşmansındır. Bu bir dil hegemonyasıdır, o dili üretir, muhalefet de ona itiraz eder. Lakin bu itirazların dilini de üreten aslında genel olarak iktidardır. Eğer katılmak niyetinde olan varsa o da aynı dille katılır.
İktidarın siyaset yapma biçimi çelişkilerin dönemselliği üzerinden eleştirmeyi baştan kabul etmiştir. O dönemselliği farklı dönemlerde farklı kavramlar üzerinden yürütebilmek, bir “yüksek ahlak” inancı oluşturularak inşa edilebilirdi ancak. Bu kurgunun karşı tarafında kalmak her zaman bir ahlaki zafiyet ölçüsü hatta ihanet parametresi gibi lanse edildi. Zaman bu konuda iktidarın ikinci en büyük yardımcısı oldu. Birincilik her zaman muhalefette idi.
2002–2010: VESAYETLE MÜCADELE
28 Şubat’tan bıkmış, darbe gölgesinden bunalmış bir toplumun önüne “askeri vesayete karşı demokrasi” bayrağı açıldı. İtiraz edenlere “ordu sever”, “darbe yanlısı”, “sivil siyaset düşmanı” denildi.
HSYK düzenlemelerini eleştiren akademisyenler, Ergenekon ve Balyoz davalarındaki adaletsizliklere dikkat çeken hukukçular bile "darbeci seviciliği" ile suçlandı.
O günlerde "hukuk" isteyenler bile demokrasiye karşı ilan edildi.
2010–2014: ÇÖZÜM SÜRECİ, HER ŞEY BARIŞ İÇİN
Çözüm süreci, bir anda ulusal bir kutsal haline geldi. İtiraz edene “barış düşmanı” etiketi yapıştırıldı.
Meclis'te "PKK silah bırakmadan süreç ilerlemez" diyenlere, Habur'daki çadır tiyatrosunu eleştiren gazetecilere “ırkçı, statükocu” dendi.
Oysa çözüm süreci, devletin istihbaratıyla örgütün Kandil’inin Oslo’da gizlice müzakere ettiği, İmralı’dan mektuplar taşınan ama Meclis’in dışlandığı garip bir formattı.
Barış isteyen çoktu ama kiminle, nasıl, hangi zeminde? Sorular yasaktı.
2014–2016: PARALEL YAPIYLA MÜCADELE
Yolları kesişenler ayrılınca, dünkü sevgi sözleri birden yok oldu. O güne kadar Bank Asya reklamlarında oynayan sanatçılar, Zaman gazetesinde yazan köşe yazarları, 2012’de dershane kapatılmasına karşı çıkan AK Partili vekiller bile suspus oldu.
Ondan önce muhterem olanlar hemen sonrasında paralel evrene taşındı. Hükümet eleştirilerine, eleştirenlere “sen de mi paralel evrende yaşıyorsun” sorusu bir refleks haline geldi.
Bir gecede geçmişin tüm dostlukları unutturuldu. Öncesinde paralel evrende olmayanların da o evrenin dağılmasının ardından kurdukları hukuk soslu cümleler dahi aynı şekilde yaftalandı. Muhalefet burada da senaryodan çıkamadı.
2016–2024: GÜVENLİKÇİ SİYASET – BEKA, MİLLET, SAVUNMA SANAYİ
15 Temmuz'dan sonra ülke bir varoluş refleksi gösterdi. Burada da kahramanların replikleri yer değiştirdi. Artık neredeyse her eleştiri “vatan hainliği” kategorisine sokulabiliyordu.
Yerli otomobili, İHA’ları, SİHA’ları eleştiren mühendisler bile “milli projelere karşı çıkanlar” diye manşetlere taşındı.
HDP ile aynı kareye giren siyasetçiler, bırakın siyaseti, neredeyse kamuya çıkamaz hale geldi.
Eleştiri yoktu. Ya destek, ya linç.
VE GÜNÜMÜZ: TERÖRSÜZ TÜRKİYE – ŞÜPHELİ SESSİZLİK SEÇİMLERDEN HEMEN SONRA BAMBAŞKA BİR DİL
CHP'nin Gönüllü Teslimiyeti
Ve şimdi CHP, bu anlatılardan birine “katılarak” dahil oldu.
Yeni Anayasa Komisyonu’na üye verdi.
Muhalefet için kırmızı çizgi olması gereken “ilk üç madde tartışması” şimdilik masada yok ama ruhu orada.
Önce “sadece komisyonda yer alıyoruz” denilecek.
Sonra “tartışıyoruz ama desteklemiyoruz.”
En sonunda “biz halktan yana tutum aldık” denilecek.
Yine ve yeniden, Erdoğan’ın dil hegemonyasına kapılan bir muhalefetle baş başa kalma riski
---
PEKİ MUHALEFET NE YAPMALIYDI?
Muhalefetin Erdoğan’ın kurduğu ahlaki anlatılara katılarak “doğruluk yarışına” girmesi, kendi meşruiyetini onun tanımladığı sınırlar içinde araması demektir. Bu ise baştan kaybetmektir.
Oysa muhalefetin asıl yapması gereken şuydu:
Oyuna değil, kurala itiraz etmek.
Erdoğan “Terörsüz Türkiye” gibi yüksek ahlaki bir başlık açtığında, buna değil, bu başlığın nasıl kullanılacağına dair şüpheyi merkeze koymalıydı:
“Evet, terörsüz Türkiye hepimizin arzusu ama bu kavramı yeni bir baskı aracına dönüştürmenize izin vermeyiz.”
Komisyona girmemekle ‘karşı olmak’ arasında bir çizgi çekmek.
“Yeni anayasa konuşulabilir ama bu komisyon sizin siyasal mühendisliğinizin aracı haline geldiği anda orada olmayız.” demek gerekirdi.
Siyaseti 'ahlaki yarış' zemininden çıkarıp 'yönetişim' zeminine çekmek.
Erdoğan ahlaki üstünlük inşa ederken, muhalefet rasyonel, teknik, denetlenebilir çözüm önerileriyle çıkmalıydı:
“Biz milletin iyiliğini sahne performanslarıyla değil, kurumların işleyişiyle sağlarız.”
Devleti, bir kişiyle özdeşleştiren dile karşı bilinçli bir alternatif üretmek.
Her “Devlet şunu istiyor” dendiğinde, “Hangi devlet? Bürokrasi mi, halk mı, Saray mı?” sorusunu yüksek sesle sormalıydı.
Muhalefet, Erdoğan’ın ahlaki çemberine girerek değil, o çemberin dışına çıkarak gerçek bir toplumsal muhalefet inşa edebilir.
Yoksa her yeni anlatıyla birlikte aynı kısır döngüyü yeniden yaşar:
Önce “katılır”, sonra “itiraz eder”, en sonunda da “geç kalır”.