Nazife Mert

Nazife Mert

Görmedik, duymadık ve susturduk

Bu yazı, duyulmayan çocukların sesi olma sorumluluğuyla kaleme alındı. Her satırı, susturulan bir çocuğun hakkını arama niyeti taşır.

Türkiye’de 2023 yılında Adalet Bakanlığı aracılığıyla yürütülen soruşturmalara göre 193 bin 212 adet cinsel suç dosyası açıldı. Bu dosyaların 66 bin 138’i çocuklara yönelik cinsel istismar. Bu istismar davalarında son 10 yılda yüzde 700 artış olduğu belirtilmiş. Veriler çok üzücü. Bu oranın artışındaki en büyük sebep sessiz kalmak.

Her sessizlik bir suçun üstünü örtüyor. Çocuklar susuyor, susturuluyor; bu ahlaksızlar daha da meydan buluyor. Cinsel istismar bireyin değil, toplumun utancı; sessiz kalan kurumların, ailelerin vebali. “Ayıp olur” denilip kapatılan her olay, bir sonraki istismarın önünü açıyor.

Yazının Devamı

Fikirleriyle yaşayan bir lider: Atatürk

Saat 9’u 5 geçerken tüm ülke bir anda durur. Kalabalıklar susar, hayatın ritmi yavaşlar. Sokaklarda, meydanlarda, evlerde, okullarda derin bir sessizlik oluşur. Araçlar yavaşlar, adımlar kesilir, nefesler tutulur. Sanki zaman, o dakikada saygı duruşuna geçer. Bu sessizlik yalnızca bir duraksama değil; içinde yüzyıllık bir minneti, sonsuz bir özlemi ve derin bir saygıyı barındıran kutsal bir andır.

Biraz sonra sirenler çalar, kornalar yankılanır. O sesler, Atamızın anısına yükselen bir saygı ezgisi gibidir. Her titreşim, her dalga Mustafa Kemal Atatürk’ün aziz hatırasını taşır. Sanki Atamız hiç ölmemiştir; her kalpte, her bakışta, her nefeste yeniden doğar.

Yüreklerde bir tablo canlanır. O tabloda Mustafa Kemal Atatürk, yalnızca bir komutan değil, bir fikir, bir devrim, bir yaşam biçimi olarak belirir. O, bir halkın küllerinden yeniden doğuşunun adı, halkının gururu, çocukların ışığı, gençlerin yol göstericisidir. Milletine sadece bağımsızlık kazandırmamış, düşünmeyi, üretmeyi, sorgulamayı öğretmiş.

Yazının Devamı

Eğitime kısa bir mola

Okulların ilk sınav maratonu bu hafta itibarıyla sona erecek. Ardından birinci dönemin ortasında verilen ara başlayacak. Dokuz günlük bu tatil, elbette veli, öğretmen, öğrenci ve trafik açısından iyi gelecek. Ancak şu soruyu sormadan edemiyoruz: Bu gerçekten bir tatil mi, yoksa adı tatil ama ruhu tatil olmayan bir zaman dilimi mi?

Sınavların bitmesi, bizim ülkemizde yükün bittiği anlamına gelmiyor. Çantalar artık kitap değil, beklentilerle dolu. Çocuklar bilgiyi değil, taktikleri ezberliyor. Farklı performans ödevlerini ise çoğunlukla veliler yapıyor.

Öğretmenler ise müfredatın ardında kaybolmuş bir sabırla sistemin eksiklerini omuzluyor. Tatil geldiğinde herkesin ortak temennisi “dinlenelim” oluyor. Ama aslında kimse dinlenemiyor. Kimi veli, “çocuk motivasyonunu yitirmesin” diye tatil sürecini ödevlerle dolduruyor. Kimi öğretmen ise “eksikleri kapatmanın tam zamanı” diyerek bu dönemi fırsat olarak görüyor. Çocuk ise bu yarışın ortasında kısa bir molada ama o molanın da anlamı kalmamış durumda. Çünkü eğitimdeki sürekli deneme-yanılma süreci, çocuklara adeta “koşmaya devam et” komutunu yüklüyor. İnanın, okul önlerinde çocuklarla bir röportaj yapılsa, çoğu isteksiz ve yorgun bir duruş sergiler. “Bu mu geleceğimizin gençliği?” demeyin. Bu çocuklar, ne olduğu ne olacağı belli olmayan; “kervan yolda düzülür” mantığıyla ilerlemeye çalışan bir eğitim sisteminde adeta yarış atı gibi koşturuluyor.

Yazının Devamı

Küçük nefeslerin büyük mücadelesi

Tıptaki adıyla “laringotrakeobronşit” olarak bilinen krup, özellikle 6 ay ile 3 yaş arası çocuklarda görülen bir solunum yolu enfeksiyonu. Ancak günümüzde, görülme yaşı onlu yaşlara kadar uzamakta, hatta yetişkinlerde bile rastlanabilmekte. Bu nedenle krup ciddiye alınması gereken bir hastalık. Sonbahar ve kış aylarında daha sık görülen bu hastalık, influenza ve adenovirus gibi etkenlerle de benzer tabloya yol açabiliyor.

Krup, üst solunum yolunda özellikle gırtlak ve nefes borusunun üst kısmında ödem oluşturarak çocuğun nefes almasını zorlaştırır. Havlama benzeri, sert ve boğuk bir öksürük duyduğunuzda vakit kaybetmeden harekete geçmelisiniz. Hastalık en çok gece saatlerinde nükseder ve bu durum aileleri panikletebilir. Ancak ailelerin sakin kalması, doğru ve hızlı hareket etmesi büyük önem taşır.

Peki, bu tür öksürükleri çocuğumuzda duyduğumuzda ne yapmalıyız? Öncelikle nemli hava, soğuk hava teması veya bol sıvı alımı sağlanmalı. Ancak tablo ciddileşmişse, vakit kaybetmeden hekimlere başvurulmalı ve onların kontrolünde adrenalin uygulanmalı. Bu ilaçlar, ödemi azaltır ve nefes almayı kolaylaştırır.

Yazının Devamı

Özgürlüğün en parlak sabahı: 29 Ekim

Günün ilk ışıkları belirirken, caddelerde pırıl pırıl ütülenmiş gömlekler giyilir, saçlar her zamankinden daha özenle taranır. Akşamdan boyanmış ayakkabılar sabahın telaşına eşlik eder. Yakaya iliştirilen bir Türk bayrağı rozeti ya da ele alınan kıpkırmızı bir bayrak, kalpte çarpan heyecanla birleşir. Artık hazırsındır; Cumhuriyet’i kutlamaya… Çünkü bugün, geçmişin direncini, bugünün umutlarını ve yarının inancını içinde taşır.

29 Ekim sadece takvimde bir yaprak değil. Bu gün, milletin iradesinin ışığa kavuştuğu, özgürlüğün somut bir değere dönüştüğü esaretin reddedildiği, özgürlüğün kutsandığı ve adaletin temellerinin atıldığı gündür. Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, küllerinden yeniden doğan bir milletin zafer günüdür Cumhuriyet. 1923’ten bugüne uzanan bir hatıra yolculuğu; bir köy öğretmeninin, bir gazinin, bir çiftçinin, bir komutanın ayak izleriyle dolu. Cumhuriyet sadece geçmişin değil, bugünün ve geleceğin de teminatı. Her yeni kuşak, bu emaneti daha yükseğe taşımakla yükümlü; çünkü Cumhuriyet, sürekli yenilenmeyi, gelişmeyi ve çağdaşlaşmayı emreder.

Kütüphane raflarında sararmış bir tören fotoğrafı, farklı şehirlerde dalgalanan bayraklar, okul bahçelerinde yankılanan çocuk sesleri hep aynı şeyi söyler: “Bu topraklar kolay kazanılmadı.” İnançla, cesaretle ve fedakârlıkla yazılmış koskoca bir hikâye bu. Bizler de o hikâyenin satır aralarında yer alıyoruz, büyük bir gururla. Dökülüyor dillerden: “Cumhuriyet çok yaşa!” Ne mutlu bu Cumhuriyet’in çocuklarına! Çünkü onların yüreğinde hâlâ o ilk günkü heyecan, o ilk günkü umut var.

Yazının Devamı

Oyun bahçesinden sanal dünyaya

Sokaklarımız eskiden çocuk sesleriyle yankılanırdı. Şimdi o şen kahkahaların yerini dijital ekranların sessizliği aldı. Neslimiz artık parmak uçlarında yaşıyor; koşmuyor, hareket etmiyor, terlemiyor. Hareketsiz bir nesil gümbür gümbür geliyor. Eskiden çocuklar top oynar, ip atlar, güneşin altında gerekli D vitaminini depolardı. Hem çevikleşir hem de sağlıklı bir vücuda ve canlı bir tene sahip olurlardı. Akşam annesinin pişirdiği tencere yemeklerini yer, sonra da güzel bir uykuya dalarlardı. Normal, doğal şeylerden bahsediyorum size...

Çocuklar sosyalleşir, toplum onları yoğurur, öğretirdi. Adaletli olmayı, sabırlı olmayı, sırasını beklemeyi oyunlarla öğrenirlerdi. Biri düşse, diğerleri kaldırır; böylece vicdanını kullanmayı öğrenirdi. Herkesin alma gücü olmayan meyve ya da yiyecekler terbiye usulünce evde tüketilirdi. Bir çocuk küfür etse, ya kendinden büyükler uyarır ya da yaşıtları onu oyuna almazlardı. Böylece yanlış davranış farkında olmadan törpülenirdi. Ama şimdi ne dünya eski gibi ne de yeni dünyanın çocukları eski çocuklar gibi.

Hadi dürüst olalım; bu durum biraz da bizim işimize geliyor. Çünkü artık etrafta hoplayan, zıplayan çocuk sesleri duymuyoruz. Ver eline tablet ya da telefon, şarjı bitince elbet sesini duyarsın! Biz bu konforun ardına sığınmayı sevdik. Toplum olarak onların enerjisini dijitallerle bastırdık, sindirdik. Oysa bir saha, bir park yeterli olacaktı.

Yazının Devamı

Yargı süreci bitti, şimdi sıra vicdan yargısında

Bir çocuğun sokak ortasında acımasızca katledilmesinin üzerinden aylar geçti. Aile perişan, kamuoyu öfkeli; devlet cephesi ise sessiz. Yapılan açıklamadan sonra bazıları bu kararı “adalet yerini buldu” diye karşılarken, bazıları “yürekler soğumadı” dedi; böylece cepheler karşı karşıya geldi.

Karar sonucunda iki sanığa 24’er yıl hapis cezası verilirken, diğer iki sanık için beraat kararı çıktı. Kaideye uygun bir süreç gibi görünse de bu karar toplumun adalet duygusuna yeterli gelmedi.

Bu kararda göze çarpan en önemli hususlardan biri “haksız tahrik indirimi”nin uygulanmayışı. Yargı, sanıkların yaşlarını yeterli görmediği için suçun ağırlığını da göz önünde tutarak indirime gitmedi.

Yazının Devamı

BİLSEM sınav değil, bir farkındalık yolculuğu

Her çocuğun bir dünyası var. Bazısı resim çizerek anlatır, bazısı notalara döker, bazısı da rakamları ya da projeleriyle ifade eder kendini. BİLSEM (Bilim ve Sanat Merkezleri), işte tam da bu noktada farkı fark etmemiz için devreye giriyor. Günümüzde bu kurumun amacı çoğu zaman yanlış anlaşılmış durumda. Bunun için kurulmuş online platformlar, kitaplar, kurslar söz konusu. Oysa BİLSEM, sadece bir sınavdan ibaret değil. Asıl amacı, çocuğun yapısında var olan ve sonradan eklenmeyen özel bir özelliğin ortaya çıkarılması. Bu süreçte çocuk, potansiyeline uygun şekilde destekleniyor ve ezbere değil, doğal gelişime dayalı bir eğitim alıyor. Çocuğun içinde olmayanı sonradan ekleme çabası ise beyhude bir uğraş.

Bir çocuk, şekilleri çözmekten çok daha fazlasını başarabilir. Bir fikri uçsuz bucaksız hale getirebilir, melodileri kalbinden çoğaltıp notalara dökebilir. BİLSEM’in bir öğrencide aradığı tam da bu. Ancak sınav kaygısı ve anlaşılmama duygusu bu özel çocukları gölgeliyor. Veliler, öğretmenler ve arkadaşları tarafından yanlış anlaşılıyorlar. Çünkü bu özel yetenekli çocukların duygu düzenleme biçimi çok farklı. Nasıl mı? Biz dünyaya tüplü TV’den bakarken, onlar HD kalitesinde bakıyor. Bizim hızlıca geçip gittiğimiz bir olayı ya da duyguyu, onlar içselleştiriyor ve daha geç ifade ediyor. Bu yüzden keskin duygu değişimleri yaşayabiliyorlar. Bu çocuklar ne hissettiklerini bilir ama neden hissettiklerini anlamaları zaman alır. Zihinsel hızları, bedensel farkındalıklarının önüne geçtiğinde kaygı ve hüzün gibi duygularını tanımlamaları güçleşir.

Araştırmalar, zihinsel farkındalığı yüksek ama duygusal farkındalığı düşük çocuklarda bu durumun sıkça görüldüğünü ortaya koyuyor. Diyelim ki televizyonda bir şehit haberi izliyoruz. Biz üzülür, sonra bir sonraki habere geçeriz. Ama bu çocuklardan biri, aynı haberi izlediğinde duygusal tepkisini ancak birkaç haber sonra gösterebiliyor. Bu bir eksiklik değil. Ne yazık ki bu çocuklar, okullarda zaman zaman zorbalığa maruz kalıyor. Çünkü öğretmenler de dahil olmak üzere birçok kişi onların dünyasını tam olarak anlayamıyor. Kendi gibi düşünen insanlarla iletişim kurmaları ise zaman alıyor.

Yazının Devamı

Geciken adalet ve Rojin

Bugün günlerden Rojin Kabaiş olsun. Güle oynaya gidilen okul yolunda kızlarının cansız bedenini alan aileye sonsuz sabırlar diliyorum. Kızımız, güzel bir gelecek hayaliyle yaşarken, başına geleceklerden habersizdi. Bir umut, bir çiçek daha soldu…

Üniversite sıralarında geleceğe dair planlar kuran, cesedi göl kenarında bulunan gencecik kızımız...

İntihar mı, cinayet mi?

Yazının Devamı

Diplomasinin gölgesinde Gazze’deki barış süreci

Gazze sokaklarında yıllardır süren savaşın ve umutsuzluğun sonunda küçük bir filiz yeşeriyor. Dünya barış sürecini konuşuyor. Peki gerçekten barış gerçekleşecek mi, yoksa diplomasinin arkasında kaybolan bir hayal mi? Umarım böyle bir durum söz konusu olmaz. Keza hem insanlığın hem de Gazze halkının vebali çok büyük. Bu topraklarda barışın anlamı, susan bomba sesleri değil; sokaklarda koşan, oynayan çocukların şen kahkahaları olmalı.

Yıllardır “barış” kelimesi, kâğıt üzerinde yazılıp dilekten öteye gidemeyen bir temenniye dönüşmüş durumda. Literatürümüzde barış kelimesi, süresi yılları alan ve çoğu zaman nihai sonuca ulaşamayan müzakerelerin adı olarak geçiyor. Artık uluslararası toplumun “kınıyoruz, endişeliyiz” cümlelerini duymaktan hepimize gına geldi.

Kelimelerin bu sürece bir katkısı yok; toplum icraat görmek istiyor. Her anlaşma girişimi, siyasi çıkarların duvarına çarpıp paramparça olmaya mahkûm oldu. Her olayda, her durumda olduğu gibi barışın da temeli adalet. Adaletsiz yapılan her iş eksik oluyor ve geleceğe dair bir umut da vadetmiyor.

Yazının Devamı

Başkent susuz, eğitim çaresiz

Günlerdir güzel Ankara’nın bazı ilçelerinde, belirli mahallelerde sular yok. Ne hikmetse, kesintiler hep aynı semtlerde yaşanıyor. Hat, Ankara’nın genel su hattı; ancak kesinti hep aynı bölgelerde gerçekleşiyor. Tabii bu susuzluk, sadece günlük yaşamı değil, eğitimi de doğrudan etkiliyor.

Okulların durumuna gelirsek, binlerce öğretmen ve öğrenci, suları akmayan okullarda ders yapmaya çalışıyor. Oysa eğitim, sadece kitaplarla sınırlı bir alan değil. Hijyen, sağlık, güvenlik de bu sürecin ayrılmaz parçaları. Bu parçaların hiçbiri, eğitim bütününden ayrı düşünülemez. Şartların oluşmadığı bir ortamda, verim de beklenemez. Öğrenciler temel ihtiyaçlarını karşılayamazken, öğretmenler bu durumu idare etmeye çalışıyor. Veliler ise son derece tepkili. Bu sorunun sadece “altyapı çalışması” gibi gerekçelerle açıklanması, kimseye yeterli gelmiyor. Devletin asli görevlerinden biri, vatandaşının refahını sağlamak ve çocuklara sağlıklı bir eğitim ortamı sunmak.

Sürecin yönetilmesi noktasında; devlet okullarına yeterli büyüklükte su depoları konulabilir ve bu depoların bakımları düzenli olarak yapılabilir. Belediyeler tarafından okullara acil su desteği sağlanabilir. Hijyen denetimleri artırılabilir, çünkü kalabalık ortamlarda temizlik çok çok önemli.

Yazının Devamı

Bombaların gölgesindeki direnişin adı: Gazze

Dünyanın her tarafında hayat normal seyrinde devam ederken, Gazze’de her geçen saniyede nefesler duruyor. Bir çocuk hayattan koparılıyor, bir anne-babanın evlatları yetim ve öksüz kalıyor. Savaşın hâkimiyet sürdüğü Gazze toprağında, topraktan çok acı, kan ve çaresizlik var. Siz sessizliğin sağır eden çığlığını bilir misiniz? Gazze biliyor.

Bir zamanlar sokaklarında çocukların, büyüklerin ve araçların sesleri yankılanırken; şimdi bomba ve ağıt sesleri duyuluyor. Paramparça olmuş bedenler, yaşananları adeta Allah’a şikâyet ediyor. Gazze artık yaşamak için değil, hayatta kalmak için çabalıyor. Yine de hâlâ umutları var. Ekmek, su, aş onlar için bir lüks oldu. Bizim sofralarımızda ise kaç çeşit yemek olduğunu düşününce insan yutkunamıyor, yapamadıkları için suçluluk hissediyor. En çok da; kolunu, dalını, her şeyini kaybetmiş olsalar da inançlarını kaybetmeyişleri dokunuyor insana. Bu nasıl bir teslimiyet, Ya Rabbi... İnsan kendini sorguluyor. Ayağımız tökezlese, “Niye hep bana böyle şeyler oluyor?” diye isyan ediyoruz. Oysa Müslümanlığın gereği tam teslimiyet değil miydi? Biz ekrandan izlerken dayanamıyoruz. Birkaç dakika bakıp, gündelik yaşantımıza devam ediyoruz. Oysa orada saatler durmuş, acıda sabitlenmiş akrep ve yelkovan. Evet, bu durumu değiştiremiyoruz ama susmalı mıyız? Elbette hayır. Bir insanlık suçu işlenirken üç maymunu mu oynayalım? Susmak, suçların en büyüğüdür. Hadiste de belirtildiği gibi: “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” Bu yaşananlar modern çağın ortasında bir vahşet. Adı diplomasi ama özü ikiyüzlülük. Gazze’de yüzlerce insan ölürken dünya devletlerinin açıklaması hep aynı: “Üzgünüz, kınıyoruz.” Kınama yazılarıyla vicdanlarının sesini bastırıyorlar. Oysa diğer tarafta bebekler paramparça, anneler kanlı gözyaşları döküyor. Bu mu üzgünlük? Bu mu modernlik? Bu mu insanlık?

Her yıkığın altından bir direniş öyküsü yükseliyor göğe. Herkes susuyor, Gazze haykırıyor: “Her şeye rağmen buradayız!” Ve biz, bizler, izlememeliyiz. Sessizlik ihanettir. Tam da bu sebepten, Sumud filosu “Karınca misali gitmesek de yolunda var oluruz.” dedi. Onlar, “Sessiz değiliz biz. Biz diğerlerini temsilen geldik.” dediler.

Yazının Devamı

Aslanlar kükredi, Avrupa inledi

Kabul edelim ki, futbolun bizim ülkemizde farklı bir büyüsü var. Bazı maçlarda adeta tarih yazmak için sahaya çıkar futbolcular. Nefesler tutulur, ekran önünden geçene tahammül kalmaz. Kazanılırsa evler inler, kaybedilirse maalesef ki bazılarının dilinden küfürler eksik olmaz.

Futbol izlenmez, taraftar tarafından yaşanır. Hemen hemen herkesin kalbinde yatan bir takım var. Bazıları, takım oyuncularının kim olduğunu bilmediği halde, bir kere bile maç izlemediği halde yine de babadan, abiden kalma bir takım tutar. Bazıları ise tam bir "hasta taraftar" dır. Eskiden tribünlerde daha çok erkekler hâkimdi. Ancak son dönemde tribünlerde çocukların ve kadınların da sayısı artmaya başladı.

Gelelim Galatasaray’ın Liverpool karşısında aldığı 1-0’lık tarihi galibiyete. Bir penaltının gole dönüşmesiyle elde edilen bir skor gibi görünse de, aslanların sayfalara sığmayacak koca bir destana dönüştü bu maç.

Yazının Devamı

Bozkırın Tezenesi: Neşet Ertaş

Neşet Ertaş, 1938 yılında Kırşehir’in Çiçekdağı ilçesine bağlı Kırtıllar köyünde doğdu. Çocukluğu zorluklarla geçmesine rağmen gönlü hep zengindi. Çok küçük yaşlarda annesini kaybedişi onda derin yaralar açtı. Babasıyla birlikte düğünlerde saz çalmaya başladı. Eğitim hayatını yarıda bırakan Neşet Ertaş, hayat mektebini tamamladı.

İlk plağını 1957 yılında çıkaran sanatçı, “Zahidem”, “Ah Yalan Dünya” gibi kıymetli eserleriyle sesini duyurdu. 1960’lı yıllarda evlenen sanatçının evliliği uzun sürmedi. Bu ayrılık, onun dizelerine yansıyıp kulaklarımıza türkü olarak ulaştı.

1970’li yıllarda ekonomik sebeplerden dolayı Almanya’ya giden usta sanatçı işçilik yaptı ama yoldaşı olan sazını hiç bırakmadı. Yıllar sonra memleketine dönüp mesleğini icra etmeye devam etti. Bir annenin gözyaşı, bir gurbetçinin hasreti, sevdalanmış bir yüreğin dile gelmiş mısraları, Anadolu’nun toprak kokusu vardı onun türkülerinde. Dinleyen herkes, kendinden bir parça bulurdu onun mısralarında; kimi zaman umut, kimi zaman da derin bir hüzün.

Yazının Devamı

Mutluğun en saf hali: Oyun

Oyun, hayatımızın en doğal ve en temiz anı. Hayal gücünün en yüksek olduğu, en çok zorlandığı, yeni fikirlerin oluştuğu ve belki de en verimli zaman dilimi. Salt bir eğlence değil; çocuğun yüreğindeki özgürlük alanı aynı zamanda.

Çocuk; saklambaçta güveni, körebede yol bulmayı ve sabrı, seksekte ise dengeyi öğrenir. Büyürken bizi adeta gizli bir öğretmen gibi eğitir aslında oyun.

Oyunun bilimsel temeline inersek; bireyin psikoloji, sosyoloji ve bilişsel gelişim gibi pek çok alanda etkisi olduğu görülür. Piaget ve Vygotsky gibi düşünürler de oyunun sosyal yönünün ön plana çıkarılmasındaki rolünü dile getirmişler.

Yazının Devamı

Ders çalışmanın sırrı: Düzenli ve planlı olmak

Zaman su gibi akıyor. Zaman da su da günümüz için çok değerli. Her saniyesini verimli kullanılmalı; çünkü giden zaman geri gelmiyor. Veliler olarak çocuklarımızı verimli ders çalışmaları noktasında doğru yönlendirmeli, onları bu süreçte yakından takip etmeli; ancak gerekmedikçe müdahale etmemeliyiz. Gereksiz müdahale onları geliştirmez, aksine tembelleştirir.

Hani meşhur bir örnek vardır ya: Balık tutmayı öğretmek mi, balık vermek mi? Her defasında balık vermek, çocuğa aç kaldığında ne yapacağını öğretmediği için her müşkül durumda birilerinin onun karnını doyuracağını zannetmesine yol açar. Hayat da böyledir… Her düştüğü yerden kendi kalkan, doğru yöntemlerle ders çalışmayı bilen çocuklar yetiştirmeliyiz. Bunun nasıl yapılacağını örneklerle anlatmalı, günlük ve haftalık planlar yapmanın ona hız kazandıracağını, planlı yaşam ve çalışma ortamının insan hayatını da düzenleyeceğini vurgulamalıyız.

Dikkat dağıtıcı telefon ve tablet gibi etmenlerin zamanlarını çalacağını ve odaklanma sorunu yaşatacağını çocuklarımıza sadece aktarmamalı, aktardıklarımızı birebir uygulayarak aynı zamanda örnekte olmalıyız. Uzun saatler hiç kafalarını kaldırmadan çalışmanın verim sağlamayacağını, aralıklarla ve bol tekrarlı çalışmanın daha faydalı olduğunu nda altını çizmeliyiz.

Yazının Devamı

Komşu komşunun gönlüne muhtaçtır

Hayatta en çok ihmal ettiğimiz; ancak en çok da ihtiyaç duyduğumuz bağlardan biri, kanla değil gönülle kurduğumuz komşuluk bağı.

Bazen karşı balkondan edilen bir tebessümle, yan daireden gelen çocuk sesleriyle farkına vardığımız varlıkları. Görmediğimizde telaşlandığımız, ışığı yanmadığında kapısını çalıp kontrol ettiğimiz, kimi zaman da birçok akrabadan daha samimi olduğumuz ilişkiler.

Taze pişirdiğimiz yemeğin bir kısmını komşumuzla paylaşmak, bizi birbirimize bağlayan git-gel köprüsüydü yıllarca. Boş gönderilmeyen tabak alışverişlerinde çocukken hepimizin bir görevi vardı. Kek, börek pişiren anneler komşularla paylaşır; bunu götüren çocuklar da paylaşmayı öğrenirdi. Bizim kültürümüzde, paylaşılan her şeyin bereketlendiğine inanılırdı.

Yazının Devamı

Smaçtan potaya, aynı gurur

Spor… Bir milletin kalbinde aynı anda yankı bulan, sokaklara sığmayan coşkusu. Sporun öyle bir sevgisi var ki milli duygularımızı kabartır; sanki o topu fileye aynı anda sporcularla biz gönderiyormuşuz gibi heyecan ve gurur yaşatır. Bunun tarifi çok zor ama çok da yüksek. Bu yüzden 12 Dev Adam da, Filenin Sultanları da bizim için sadece birer sporcu değil; milli gururumuzun simgesi oldu.

Yıllardır sergiledikleri başarılar, sadece kadınların voleyboldaki azmini değil, toplumun zihninde yer ederek genç kızlarımıza hayallerinin peşinde koşma cesaretini de gösterdi. Bu kızlarımız sadece rakiplerini yenmedi; toplumun kızlar üzerindeki ön yargısını da yendi. Adlarını altın harflerle yazdıran Sultanlar, fileye vurdukları her smaçta kadınların toplumdaki yerini güçlendiren bir sembolü milletin yüreğine kazıdı. Türkiye – Bulgaristan maçı ile 2025 Kadınlar Voleybol Dünya Şampiyonası’nda 3-0’lık net bir skorla bir kez daha dünyaya seslerini duyurdular. Bu galibiyetle Türkiye, şampiyonaya zaferle başlamış oldu ve sonrasında son 16 turuna çıkmayı garantiledi. Maç sonunda yapılan “Dünya şampiyonalarında ilk iki maçta bu kadar net galibiyet görülmemişti” yorumları göğsümüzü kabarttı. Ebrar Karakurt, Elif Şahin, Zehra Güneş, Melissa Vargas ön plana çıkan başarılarıyla göz doldururken, bu işin bir ekip işi olduğunu tüm takımla aldıkları skorla bir kez daha kanıtladılar.

2001’deki unutulmaz Avrupa Şampiyonası’ndan sonra herkese basketbol sevgisini aşılayan aslanlar, dönüşü muhteşem bir şekilde yeniden sahalara çıktı. Bugün hâlâ 12 Dev Adam sadece bir takım değil; birlikte inanarak imkânsızı başarmanın gücü. Türkiye, EuroBasket 2025’te 5’te 5 yaparak grubu lider tamamladı. Türkiye – Almanya maçı ise çok çekişmeli geçti. Alperen Şengün, Cedi Osman gibi oyuncuların yanı sıra takımın üstün çabalarına rağmen Almanya farkı korudu. Maç Almanya’nın üstünlüğüyle sonuçlansa da, Avrupa’da bize ikincilik kazandırdı. Baş antrenör Ergin Ataman’ın başarısı ise takdir-e şayan.

Yazının Devamı

Hayatın kumbarası

Hepimizin bir birikim süreci olmuştur. Bazen bir kavanoz, bazen gerçek bir kumbara, bazen de bir halı altı... O para, her zaman biriktirenine güven verir. Kimi kötü günler için, kimi evlatları için, kimi de bir ev alabilmek için biriktirir. Toplum olarak en güzel yanlarımızdan biri, birikim yapmayı seviyor olmamız. Başkasına muhtaç olmamak için yapılan bu birikimler, insanı hayata karşı dik tutuyor.

Düğün kültürümüzün altyapısında da aslında bu var. Düğünü olan çifte, abartmamak kaydıyla maddi bir şeyler takmak da bir birikim örneği. Böyle zamanlarda aileler, çocukları için biriktirdikleri altınları yastık altından çıkarıp onlara destek olurlar. İşte bu biriktirme kültürü, küçük yaşlardan itibaren başlar. Kumbarasına her para attığında çocuk, sabretmeyi ve azimle biriktirip sonunda istediği oyuncak ya da başka bir eşyaya kavuşmak için çabalamayı öğrenir.

Gelin birlikte kumbaranın tarihçesine bir göz atalım. Paranın icadından hemen sonra, saklama ve paranın değerini anlama ihtiyacı doğunca insanoğlu da birikim yapmaya yönelmiş. Yapılan kazılarda, pişmiş topraktan yapılmış, Yunan ve Roma dönemine ait, içine para atılabilecek şekilde boşluk bulunan kaplara rastlanmış. İlginçtir ki, bu kapların içini boşaltmak için başka bir açıklığa ya da kilide rastlanmamış; insanlar onları kırarak açmak zorunda kalmışlar. Günümüzde hâlâ bazı kumbaraların bu şekilde yapılması, bu geleneğin göstergesi.

Yazının Devamı

İnsan hayatı bu kadar ucuz olmamalı

Günümüz dünyasında en kolay harcanan şeylerin başında insan hayatı geliyor. İzmir’de yaşanan menfur saldırı sonucunda kaybettiğimiz polislerimize Allah’tan rahmet, kederli ailelerine başsağlığı diliyorum. Bu olay çok taze olduğu için gündemimizde. Ancak diğerlerini unuttuk mu? Asla!

Bu zamana kadar öfkeyle başlayan hangi işin sonucu güzellikle bitti? Hasta yakınlarının şuursuzca darp ettiği doktorlar… Not konusunda anlaşamayan veli-öğretmen ikileminde dayak yiyen öğretmenler… Gasp edilen taksi şoförleri… Bunlar sadece iş kollarında bilinen vakalar.

Ayrıldığı eşini öldürenler, yemeği beğenmediği için eşini komaya sokanlar, trafikte yol verme kavgasında kafaya sıkılan silahlar, uyuşturucu temini için komşusunu öldürenler… Nedir bu? Sinir krizi mi, müptezellik mi, hazmedememek mi?

Yazının Devamı

Sayfaların gücü, ekranların pratikliği

Kitap… En kıymetli dostlarımızdan birisi. Yüreğini açar bize, kalbimizden yakalar ve içine hapseder. Hiç üzmez bizi; bazen çantamızda alır yerini, bazen de bavulun bir kenarında yol arkadaşlığı yapar. Ama eninde sonunda kitaplığın en güzel rafında yerini alır.

Kitabın herkes için manası farklı. Kimi, kırıştırmadan çizmeden adeta kristal bir küre taşırcasına özenle kullanır; kimileri ise kelimelerin altını çizmeyi, küçük notlar yazmayı tercih eder. Herkesin bir okuma tarzı var. Bazıları okumayı boş zamanları değerlendirme olarak görür, bazıları ise okumak için zaman ayırır.

Okuyucularda da durum böyle: Aktif okuyanlar, ara sıra okuyanlar, kitap alma alışkanlığı olup hiç okumayanlar. Aslında biz, biriktirmeyi seviyoruz. Okuduklarımızdan çıkardığımız dersleri, sırf almış olmak için satın aldığımız, paylaşmadığımız, kutularda sakladığımız kitapları biriktirmeyi seviyoruz. Bir kesim var ki, kitaplarını kıyamadığı için kimseye vermek istemez.

Yazının Devamı

İş dünyasında kadın olmak

Toplumun kadını ikinci planda gördüğü zorlu parkurda, çalışan, sınırları sonuna kadar zorlayıp "ben de varım" diyen çalışkan arılarımız: Kadınlarımız.

İş dünyasında kadın olmak zor bir mücadele. Kadın olmak, sadece iş dünyasında var olma savaşı değil; aynı zamanda cesaretin, inancın ve hatta bir bayrak yarışının bitiş çizgisine taşınma azmi. Bir yanda kadının kendine koyduğu hedefler, öte yanda karşılaşacağı güçlükler var. Hep bir aşağılama söz konusu. "Kadın gibi gülme, kadın gibi ağlama" diye, sanki kötü bir imaja sahipmişçesine etiketlenme. Oysaki erkeklik olgusu hep yüce. "Erkek gibi dur", "erkek sözü gibi" gibi sıfatlar ne kadar olağanüstü bir halde kullanılıyor.

Neden yaftalıyorsunuz, zayıf görüyorsunuz, ötekileştiriyorsunuz. Sizi doğuran anneniz değil mi? Hanımlarınız evinizin direği değil mi? At gözlükleriyle bakmayı bırakın bir kenara. Artık sanayide, otomotiv sektöründe, okulda, her alanda yan yanayız. Eskiden tarla tapan işlerinde, düven süren, kocasıyla ormanda çalışan ve hatta çocuğunu oralarda doğuran kadınlarımızın, erkeklerinin yanında yer aldığı anlatılmaz mı?

Yazının Devamı

Hayatın sessiz duaları: Rutinlerimiz

Ömrümüz, küçük tekrarlardan ibaret esasında. Tekrar ettiklerimiz ve alışkanlıklarımızın tamamı da, rutinlerimizi oluşturuyor. Yatağın hep aynı tarafından kalkmak, masada aynı sandalyeye oturmak, aynı saatte uyanmak… Bunlar, vazgeçilmez alışkanlıklarımız arasında. Aynı pencereden dışarıyı izlemek, alışkın olduğumuz kokuyu sürmek, ayağımızın alıştığı mağazalardan alışveriş etmek ne kadar da huzurlu hissettiriyor. Bu davranışlar, hayatın içindeki görünmez sabitlerimiz gibi. Bu alışkanlıklarımızın temelinde huzur ve güven duygusu yatıyor.

Yıllarca aynı mahallede oturmak, o semti eskiden beri tanıyor olmak, esnaflarıyla tanışıyor olmak… Size de bir güven vermez miydi? İnsan, tanıdığı sokaklarda yürürken hem geçmişiyle hem de kendisiyle buluşur aslında.

Sözünü ettiğim, katılaşmış ve asla değişmeyen tekrarlarımız değil. Bu tarz sert yaklaşımlar, yaşam enerjimizi düşürür. Bu yüzden denge her zaman şart. Her alışkanlığın ve duygunun, fazlası da eksiği de ruhumuza iyi gelmez. Küçük kırıntılar, yaşam melodimizi hareketlendirir.

Yazının Devamı

Yeni eğitim öğretim yılına doğru

2025-2026 eğitim-öğretim yılı birinci dönemi 8 Eylül'de başlayacak. Birinci sınıf öğrencileri ise uyum eğitimi kapsamında 1-5 Eylül tarihleri arasında okullarda olacaklar.

Okula ilk başlangıç süreci; hem çocuklar, hem ebeveynler hem de öğretmenler için oldukça heyecanlı. Çocuklarımıza bu meşakkatli yolda başarılar diliyorum.

Sokaklarda rengârenk bir hareketlilik var: marketler, kırtasiyeler, pazarlar… Bu arada, küçük büyük birçok marketin kırtasiyeciliği bitirdiğini de söylemeden geçemeyeceğim. Her bütçeye uygun okul malzemesi mevcut.

Yazının Devamı