Nazife Mert

Nazife Mert

Bakan kör, duyan sağır mı olduk?

Ne güzel söylemiş sevgili Sertab Erener, Yalnızlık Senfonisi şarkısında: “Alışır her insan, alışır zamanla.” Biz de alıştık her sabah kötü haberlere gözümüzü açmaya. Sel, deprem, cinayet… Farkında mısınız, artık hiçbir şey bizi şaşırtmıyor. Hayat rutinlerimizin bir parçası hâline geldi herşey. Televizyonu açarken ya da internete girerken “Bugün neler olmuş? Kim kimi öldürmüş?” gibi kötü temennilerle başlıyor günümüz. Kötü olayları takip etmek bir tür bağımlılığa mı dönüştü acaba? Sanırım bu sorunun cevabı evet. Merak edip izlemek, “Yine yaşandı mı?” diye sormak, bu bağımlılığın açık bir göstergesi.

Beynimiz öyle bir organ ki, alışık olduğu şeylerin bir anını bile kaçırmamak için kendini sürekli diri tutar. “Bugünkü mevzu ne? Bir şey kaçırdım mı? Olaya dâhil olacak mıyım?” gibi sorularla merak duygumuz zirvededir. Kötü olayları okumaktan geri kalmayız; hem korkar hem çekinir hem de uzak duramayız. Bu, takılıp kaldığımız bir döngüdür. İnsan, bilmediği alanda kaygı duyar ve duyduğu kaygıyı enteresan biçimde yönetmeye çalışır.

Bu zaafımızdan yararlanan bazı kaynaklar da yok değil. Kriz yaratmak, felaket haberlerini öne çıkarmak her zaman işlerine gelir. Çünkü kötü haberler, acıklı olaylar, gözyaşı ve doğal afetler medyada en çok tıklanan içeriklerdir. Çok tıklanma = çok reklam, çok reklam = çok getiri. Dolayısıyla buradan nemalanmak kaçınılmaz olur. Farkında olmadan bu döngünün en büyük zarar göreninin biz olduğumuzu biliyor musunuz? Çünkü bizim bu mağduriyetimizi siyaset de kullanmakta.

Yazının Devamı

Kasım illüzyonu

Kasım ayının diğer on bir aydan farklı bir misyonu var. Bu misyonun adı da artık herkes tarafından ezberlenen o kavram: "Kasım İndirimleri." Peki gerçekten indirim mi, yoksa önce fiyat artırıp sonra indirim yapma oyunu mu? Hâlâ tam olarak çözülememiş bir indirim çılgınlığı(!) İçinde yaşadığımız dönem sanki toplumun üzerine kurulmuş bir illüzyon perdesi gibi. “Yıl bitmeden cepleri nasıl boşaltırız?” diye düşünülmüş bir planı andırıyor. "Ceza ayı", "indirim ayı" deniyor ama zavallı Kasım’ın suçu ne? Aslında Kasım, Yay burçları için keyifli bir dönem. Fakat ekranlarda, sokaklarda, telefon bildirimlerinde aynı cümle yankılanıyor: "Yılın en büyük indirimi!" Bu durum indirimden çok, toplumsal ölçekte yürütülen psikolojik bir operasyon gibi.

Fiyatlar aylar öncesinde yükseltiliyor, tüketici bu şişkinlikle yaşamaya alışıyor. Sonra bir gün yüzde otuz, yüzde kırk, hatta yüzde yetmiş etiketler sözde siliniyor. Peki gerçekte ne değişiyor? Artık bir ürünü, gerçekten ihtiyaç duyduğumuz için değil; başkasının sahip olması ihtimali yüzünden satın aldığımız bir çağdayız. Büyük bir tüketim toplumuna dönüştük. Reklamlar ihtiyaç yaratmıyor, eksiklik hissi üretiyor. “Bu fırsat bir daha gelmez” sözü adeta hipnoz etkisi taşıyor. Oysa fırsat çoğu zaman sahte; gerçek ise sadece alışveriş sepetinde kısa süreli bir tatmin.

Kasım indirimleri modern ekonominin en temiz görünen manipülasyon biçimi. Kimse seni zorlamaz, kapına dayanmaz, tehdit etmez. Sadece seni izler, davranışlarını ölçer, beklentilerini hesaplar ve seni özgür iradeyle alışveriş yaptığını sandığın bir çukura çeker. Sen düşersin, onlar sayar.

Yazının Devamı

Kadınlar mezara bahaneler manşete sığmıyor

“Kadına yönelik şiddet, toplumsal bir yara ve insanlık ayıbıdır.” Cümlesinin gündemimize girdiği 25 Kasım, kadına yönelik şiddete karşı uluslararası mücadele günüdür. Ne yazıktır ki aynı yara her geçen gün biraz daha derinleşiyor, aynı ayıp daha görünür hâle geliyor. Sokaklar protesto çığlıklarıyla inliyor, sosyal medya öfke kusuyor, hâkimler yine aynı bahaneleri dinliyor. Değişmeyen tek şey ise kadınların adalet ararken tüketilen ömürleri.

İsimler değişiyor, yaşlar değişiyor; kaderler ise hep aynı kalıyor. Maalesef ülkemizde kadına yönelik şiddet artık münferit bir olay değil; düzenli işleyen bir çark, yıllardır şiddetle yağlanan bir sistem. Öyle bir sistem ki kadın, ne kadar güçlü olursa olsun bir erkeğin öfkesine denk geldiğinde kaderi bir anda istatistiklerdeki bir sayıya dönüşebiliyor. Kimi zaman bir boşanma dilekçesi, kimi zaman bir ayrılık kararı ya da yalnızca bir “hayır” kelimesi… Ve bütün bunlar bir erkek kibrine çarpınca yaşananlar malum.

Erkeklik de adamlık da bu değildir. Ne “göster amcalara” diye öğretilen bir gurur simgesidir ne de delikanlılık sayılan metal bir şımarıklığın tetiğe dokunuşudur. Adamlığın okulu yok. İnsan anlaşamayabilir, istenmeyebilir; bunun sonucu birine mezar, diğerine ise hapishane olmamalı. Uzaklaşmak her iki taraf için de en iyisidir. “Ya benimsin ya kara toprağın” edebiyatı 70’li yılların Türk filmlerinde kaldı.

Yazının Devamı

Kelimelere sığmayan bir meslek: Öğretmenlik

Bir ülkenin geleceğini anlamak için bazen büyük meydanlara, gürültülü toplantılara ya da parlak vaatlere bakmak yeterli olmaz. Gelecek, bir çocuğun defterine düşen minicik harfte, sınıfın uğultusuna karışmış her bir seste gizli. 24 Kasım Öğretmenler Günü işte tam da bunun arkasındaki emektarların günü.

Takvimler 24 Kasım’ı gösterdiğinde hızlıca hazırlanmış programlar, sosyal medya mesajları, birkaç dakikalık tebrik konuşmaları… Yıllardır aynı sahneler yaşanıyor. Çok konuşulup çok övülüyor ama çok az şey değişiyor. Bir ülkenin geleceğini teslim ettiğimiz öğretmenlerin, kendi gelecekleri konusunda bu kadar kaygılı olması ne kadar ironik değil mi? Bir yanda “En kutsal meslek” cümleleri; diğer yanda yetersiz çalışma koşulları ve ağır sorumluluklar… Beklentiler sınırsız, imkânlar sınırlı.

Hem sosyal hizmet uzmanı, hem yönetici, hem de anne-baba figürü… Kısacası her şey olmak zorunda bırakılıyorlar. Ama yine de bazı velilerce anlaşılamayan, şiddete ve hatta tacize uğrayan, iş bilmez yöneticilerce mobbinge maruz kalan; eğitimle ilgisi olmayan öğrencilerin saygısızlığına hedef olan öğretmenlerimiz var. Onların hayatını kolaylaştırmadıkça verilen çiçek de, edilen teşekkür de yalnızca bir jestten öteye geçemez.

Yazının Devamı

Vatandaşın ortak paydası: Kronik stres

Bu günlerde büyük bir çoğunluk aynı cümlenin farklı versiyonlarını kuruyor: “Yorgunum ama iyiyim.” Oysa kimse gerçekten iyi değil. Türkiye uzun yıllardır fark edilmek istenmeyen bir gerilimin içinde yaşıyor. Adı hastalık değil; kriz. Kronik stres, bu ülkenin en sessiz ve en yaygın salgını. Sanki bu ülkenin damarlarında dolaşan görünmez bir zehir. Kimse görmüyor ama herkes taşıyor.

Sabah çalan alarm bile tehdit gibi geliyor insanlara. Gözümüzü açmadan telefonlara gelen bildirimler, her gün çıkan fiyat uyarıları, hepimizin üzerinde görünmez bir yük haline dönüşüyor. Toplumca bir koşturmanın içindeyiz ama kimse nereye koştuğunun farkında değil. Dursak suçluyuz, devam etsek tükeniyoruz. Herkes konuşmak yerine susuyor; yorgun ve bitkin bir şekilde.

Bakın pencerenizden insanlara: Omuzlar çökük, adımlar hızlı. Bu hızlı adımların ardında sanki görünmez bir stres motoru çalışıyor. Trafikte bir korna sesiyle bile öfke patlıyor.

Yazının Devamı

Kitap okumayan çocuklar ülkesine doğru

Bu ülkenin en sessiz ama bir o kadar da tehlikeli krizlerinden biri yaşanmakta: kitap okumamak. Çocukları kitapla tanıştırması gereken biz yetişkinler, görevi çoktan rafa kaldırmış durumdayız. İğneyi de çuvaldızı da kendimize batırma zamanı.

Biz de tembelliği sevdik. Okumuyoruz, örnek olmuyoruz, okutmak için çabalamıyoruz. Kolay geliyor televizyon kumandasını uzatmak, tableti tutuşturmak. Çünkü kitap emek ister, sabır ister, vefa ister. En acısı da toplumca bu emeği göstermeye pek de niyetli değiliz.

Sınav sonuçları ortada… İnsan önce okur, okuduğunu anlar, yorumlar. Peki okumayan çocuklar ne yapar? Son yıllarda yapılan sınavlarda, “Okumazsan olmaz” anlayışı daha bir bastırılarak vurgulandı. Koca koca paragraf sorularını kitap okumayan bir çocuk yorumlayabilir mi? Bakınız, bu durum matematik soruları için bile geçerli: Önce anlayıp yorumlamak, sonra çözümlemek. Formül basit: “Bol bol okumak.”

Yazının Devamı

Görmedik, duymadık ve susturduk

Bu yazı, duyulmayan çocukların sesi olma sorumluluğuyla kaleme alındı. Her satırı, susturulan bir çocuğun hakkını arama niyeti taşır.

Türkiye’de 2023 yılında Adalet Bakanlığı aracılığıyla yürütülen soruşturmalara göre 193 bin 212 adet cinsel suç dosyası açıldı. Bu dosyaların 66 bin 138’i çocuklara yönelik cinsel istismar. Bu istismar davalarında son 10 yılda yüzde 700 artış olduğu belirtilmiş. Veriler çok üzücü. Bu oranın artışındaki en büyük sebep sessiz kalmak.

Her sessizlik bir suçun üstünü örtüyor. Çocuklar susuyor, susturuluyor; bu ahlaksızlar daha da meydan buluyor. Cinsel istismar bireyin değil, toplumun utancı; sessiz kalan kurumların, ailelerin vebali. “Ayıp olur” denilip kapatılan her olay, bir sonraki istismarın önünü açıyor.

Yazının Devamı

Fikirleriyle yaşayan bir lider: Atatürk

Saat 9’u 5 geçerken tüm ülke bir anda durur. Kalabalıklar susar, hayatın ritmi yavaşlar. Sokaklarda, meydanlarda, evlerde, okullarda derin bir sessizlik oluşur. Araçlar yavaşlar, adımlar kesilir, nefesler tutulur. Sanki zaman, o dakikada saygı duruşuna geçer. Bu sessizlik yalnızca bir duraksama değil; içinde yüzyıllık bir minneti, sonsuz bir özlemi ve derin bir saygıyı barındıran kutsal bir andır.

Biraz sonra sirenler çalar, kornalar yankılanır. O sesler, Atamızın anısına yükselen bir saygı ezgisi gibidir. Her titreşim, her dalga Mustafa Kemal Atatürk’ün aziz hatırasını taşır. Sanki Atamız hiç ölmemiştir; her kalpte, her bakışta, her nefeste yeniden doğar.

Yüreklerde bir tablo canlanır. O tabloda Mustafa Kemal Atatürk, yalnızca bir komutan değil, bir fikir, bir devrim, bir yaşam biçimi olarak belirir. O, bir halkın küllerinden yeniden doğuşunun adı, halkının gururu, çocukların ışığı, gençlerin yol göstericisidir. Milletine sadece bağımsızlık kazandırmamış, düşünmeyi, üretmeyi, sorgulamayı öğretmiş.

Yazının Devamı

Eğitime kısa bir mola

Okulların ilk sınav maratonu bu hafta itibarıyla sona erecek. Ardından birinci dönemin ortasında verilen ara başlayacak. Dokuz günlük bu tatil, elbette veli, öğretmen, öğrenci ve trafik açısından iyi gelecek. Ancak şu soruyu sormadan edemiyoruz: Bu gerçekten bir tatil mi, yoksa adı tatil ama ruhu tatil olmayan bir zaman dilimi mi?

Sınavların bitmesi, bizim ülkemizde yükün bittiği anlamına gelmiyor. Çantalar artık kitap değil, beklentilerle dolu. Çocuklar bilgiyi değil, taktikleri ezberliyor. Farklı performans ödevlerini ise çoğunlukla veliler yapıyor.

Öğretmenler ise müfredatın ardında kaybolmuş bir sabırla sistemin eksiklerini omuzluyor. Tatil geldiğinde herkesin ortak temennisi “dinlenelim” oluyor. Ama aslında kimse dinlenemiyor. Kimi veli, “çocuk motivasyonunu yitirmesin” diye tatil sürecini ödevlerle dolduruyor. Kimi öğretmen ise “eksikleri kapatmanın tam zamanı” diyerek bu dönemi fırsat olarak görüyor. Çocuk ise bu yarışın ortasında kısa bir molada ama o molanın da anlamı kalmamış durumda. Çünkü eğitimdeki sürekli deneme-yanılma süreci, çocuklara adeta “koşmaya devam et” komutunu yüklüyor. İnanın, okul önlerinde çocuklarla bir röportaj yapılsa, çoğu isteksiz ve yorgun bir duruş sergiler. “Bu mu geleceğimizin gençliği?” demeyin. Bu çocuklar, ne olduğu ne olacağı belli olmayan; “kervan yolda düzülür” mantığıyla ilerlemeye çalışan bir eğitim sisteminde adeta yarış atı gibi koşturuluyor.

Yazının Devamı

Küçük nefeslerin büyük mücadelesi

Tıptaki adıyla “laringotrakeobronşit” olarak bilinen krup, özellikle 6 ay ile 3 yaş arası çocuklarda görülen bir solunum yolu enfeksiyonu. Ancak günümüzde, görülme yaşı onlu yaşlara kadar uzamakta, hatta yetişkinlerde bile rastlanabilmekte. Bu nedenle krup ciddiye alınması gereken bir hastalık. Sonbahar ve kış aylarında daha sık görülen bu hastalık, influenza ve adenovirus gibi etkenlerle de benzer tabloya yol açabiliyor.

Krup, üst solunum yolunda özellikle gırtlak ve nefes borusunun üst kısmında ödem oluşturarak çocuğun nefes almasını zorlaştırır. Havlama benzeri, sert ve boğuk bir öksürük duyduğunuzda vakit kaybetmeden harekete geçmelisiniz. Hastalık en çok gece saatlerinde nükseder ve bu durum aileleri panikletebilir. Ancak ailelerin sakin kalması, doğru ve hızlı hareket etmesi büyük önem taşır.

Peki, bu tür öksürükleri çocuğumuzda duyduğumuzda ne yapmalıyız? Öncelikle nemli hava, soğuk hava teması veya bol sıvı alımı sağlanmalı. Ancak tablo ciddileşmişse, vakit kaybetmeden hekimlere başvurulmalı ve onların kontrolünde adrenalin uygulanmalı. Bu ilaçlar, ödemi azaltır ve nefes almayı kolaylaştırır.

Yazının Devamı

Özgürlüğün en parlak sabahı: 29 Ekim

Günün ilk ışıkları belirirken, caddelerde pırıl pırıl ütülenmiş gömlekler giyilir, saçlar her zamankinden daha özenle taranır. Akşamdan boyanmış ayakkabılar sabahın telaşına eşlik eder. Yakaya iliştirilen bir Türk bayrağı rozeti ya da ele alınan kıpkırmızı bir bayrak, kalpte çarpan heyecanla birleşir. Artık hazırsındır; Cumhuriyet’i kutlamaya… Çünkü bugün, geçmişin direncini, bugünün umutlarını ve yarının inancını içinde taşır.

29 Ekim sadece takvimde bir yaprak değil. Bu gün, milletin iradesinin ışığa kavuştuğu, özgürlüğün somut bir değere dönüştüğü esaretin reddedildiği, özgürlüğün kutsandığı ve adaletin temellerinin atıldığı gündür. Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, küllerinden yeniden doğan bir milletin zafer günüdür Cumhuriyet. 1923’ten bugüne uzanan bir hatıra yolculuğu; bir köy öğretmeninin, bir gazinin, bir çiftçinin, bir komutanın ayak izleriyle dolu. Cumhuriyet sadece geçmişin değil, bugünün ve geleceğin de teminatı. Her yeni kuşak, bu emaneti daha yükseğe taşımakla yükümlü; çünkü Cumhuriyet, sürekli yenilenmeyi, gelişmeyi ve çağdaşlaşmayı emreder.

Kütüphane raflarında sararmış bir tören fotoğrafı, farklı şehirlerde dalgalanan bayraklar, okul bahçelerinde yankılanan çocuk sesleri hep aynı şeyi söyler: “Bu topraklar kolay kazanılmadı.” İnançla, cesaretle ve fedakârlıkla yazılmış koskoca bir hikâye bu. Bizler de o hikâyenin satır aralarında yer alıyoruz, büyük bir gururla. Dökülüyor dillerden: “Cumhuriyet çok yaşa!” Ne mutlu bu Cumhuriyet’in çocuklarına! Çünkü onların yüreğinde hâlâ o ilk günkü heyecan, o ilk günkü umut var.

Yazının Devamı

Oyun bahçesinden sanal dünyaya

Sokaklarımız eskiden çocuk sesleriyle yankılanırdı. Şimdi o şen kahkahaların yerini dijital ekranların sessizliği aldı. Neslimiz artık parmak uçlarında yaşıyor; koşmuyor, hareket etmiyor, terlemiyor. Hareketsiz bir nesil gümbür gümbür geliyor. Eskiden çocuklar top oynar, ip atlar, güneşin altında gerekli D vitaminini depolardı. Hem çevikleşir hem de sağlıklı bir vücuda ve canlı bir tene sahip olurlardı. Akşam annesinin pişirdiği tencere yemeklerini yer, sonra da güzel bir uykuya dalarlardı. Normal, doğal şeylerden bahsediyorum size...

Çocuklar sosyalleşir, toplum onları yoğurur, öğretirdi. Adaletli olmayı, sabırlı olmayı, sırasını beklemeyi oyunlarla öğrenirlerdi. Biri düşse, diğerleri kaldırır; böylece vicdanını kullanmayı öğrenirdi. Herkesin alma gücü olmayan meyve ya da yiyecekler terbiye usulünce evde tüketilirdi. Bir çocuk küfür etse, ya kendinden büyükler uyarır ya da yaşıtları onu oyuna almazlardı. Böylece yanlış davranış farkında olmadan törpülenirdi. Ama şimdi ne dünya eski gibi ne de yeni dünyanın çocukları eski çocuklar gibi.

Hadi dürüst olalım; bu durum biraz da bizim işimize geliyor. Çünkü artık etrafta hoplayan, zıplayan çocuk sesleri duymuyoruz. Ver eline tablet ya da telefon, şarjı bitince elbet sesini duyarsın! Biz bu konforun ardına sığınmayı sevdik. Toplum olarak onların enerjisini dijitallerle bastırdık, sindirdik. Oysa bir saha, bir park yeterli olacaktı.

Yazının Devamı

Yargı süreci bitti, şimdi sıra vicdan yargısında

Bir çocuğun sokak ortasında acımasızca katledilmesinin üzerinden aylar geçti. Aile perişan, kamuoyu öfkeli; devlet cephesi ise sessiz. Yapılan açıklamadan sonra bazıları bu kararı “adalet yerini buldu” diye karşılarken, bazıları “yürekler soğumadı” dedi; böylece cepheler karşı karşıya geldi.

Karar sonucunda iki sanığa 24’er yıl hapis cezası verilirken, diğer iki sanık için beraat kararı çıktı. Kaideye uygun bir süreç gibi görünse de bu karar toplumun adalet duygusuna yeterli gelmedi.

Bu kararda göze çarpan en önemli hususlardan biri “haksız tahrik indirimi”nin uygulanmayışı. Yargı, sanıkların yaşlarını yeterli görmediği için suçun ağırlığını da göz önünde tutarak indirime gitmedi.

Yazının Devamı

BİLSEM sınav değil, bir farkındalık yolculuğu

Her çocuğun bir dünyası var. Bazısı resim çizerek anlatır, bazısı notalara döker, bazısı da rakamları ya da projeleriyle ifade eder kendini. BİLSEM (Bilim ve Sanat Merkezleri), işte tam da bu noktada farkı fark etmemiz için devreye giriyor. Günümüzde bu kurumun amacı çoğu zaman yanlış anlaşılmış durumda. Bunun için kurulmuş online platformlar, kitaplar, kurslar söz konusu. Oysa BİLSEM, sadece bir sınavdan ibaret değil. Asıl amacı, çocuğun yapısında var olan ve sonradan eklenmeyen özel bir özelliğin ortaya çıkarılması. Bu süreçte çocuk, potansiyeline uygun şekilde destekleniyor ve ezbere değil, doğal gelişime dayalı bir eğitim alıyor. Çocuğun içinde olmayanı sonradan ekleme çabası ise beyhude bir uğraş.

Bir çocuk, şekilleri çözmekten çok daha fazlasını başarabilir. Bir fikri uçsuz bucaksız hale getirebilir, melodileri kalbinden çoğaltıp notalara dökebilir. BİLSEM’in bir öğrencide aradığı tam da bu. Ancak sınav kaygısı ve anlaşılmama duygusu bu özel çocukları gölgeliyor. Veliler, öğretmenler ve arkadaşları tarafından yanlış anlaşılıyorlar. Çünkü bu özel yetenekli çocukların duygu düzenleme biçimi çok farklı. Nasıl mı? Biz dünyaya tüplü TV’den bakarken, onlar HD kalitesinde bakıyor. Bizim hızlıca geçip gittiğimiz bir olayı ya da duyguyu, onlar içselleştiriyor ve daha geç ifade ediyor. Bu yüzden keskin duygu değişimleri yaşayabiliyorlar. Bu çocuklar ne hissettiklerini bilir ama neden hissettiklerini anlamaları zaman alır. Zihinsel hızları, bedensel farkındalıklarının önüne geçtiğinde kaygı ve hüzün gibi duygularını tanımlamaları güçleşir.

Araştırmalar, zihinsel farkındalığı yüksek ama duygusal farkındalığı düşük çocuklarda bu durumun sıkça görüldüğünü ortaya koyuyor. Diyelim ki televizyonda bir şehit haberi izliyoruz. Biz üzülür, sonra bir sonraki habere geçeriz. Ama bu çocuklardan biri, aynı haberi izlediğinde duygusal tepkisini ancak birkaç haber sonra gösterebiliyor. Bu bir eksiklik değil. Ne yazık ki bu çocuklar, okullarda zaman zaman zorbalığa maruz kalıyor. Çünkü öğretmenler de dahil olmak üzere birçok kişi onların dünyasını tam olarak anlayamıyor. Kendi gibi düşünen insanlarla iletişim kurmaları ise zaman alıyor.

Yazının Devamı

Geciken adalet ve Rojin

Bugün günlerden Rojin Kabaiş olsun. Güle oynaya gidilen okul yolunda kızlarının cansız bedenini alan aileye sonsuz sabırlar diliyorum. Kızımız, güzel bir gelecek hayaliyle yaşarken, başına geleceklerden habersizdi. Bir umut, bir çiçek daha soldu…

Üniversite sıralarında geleceğe dair planlar kuran, cesedi göl kenarında bulunan gencecik kızımız...

İntihar mı, cinayet mi?

Yazının Devamı

Diplomasinin gölgesinde Gazze’deki barış süreci

Gazze sokaklarında yıllardır süren savaşın ve umutsuzluğun sonunda küçük bir filiz yeşeriyor. Dünya barış sürecini konuşuyor. Peki gerçekten barış gerçekleşecek mi, yoksa diplomasinin arkasında kaybolan bir hayal mi? Umarım böyle bir durum söz konusu olmaz. Keza hem insanlığın hem de Gazze halkının vebali çok büyük. Bu topraklarda barışın anlamı, susan bomba sesleri değil; sokaklarda koşan, oynayan çocukların şen kahkahaları olmalı.

Yıllardır “barış” kelimesi, kâğıt üzerinde yazılıp dilekten öteye gidemeyen bir temenniye dönüşmüş durumda. Literatürümüzde barış kelimesi, süresi yılları alan ve çoğu zaman nihai sonuca ulaşamayan müzakerelerin adı olarak geçiyor. Artık uluslararası toplumun “kınıyoruz, endişeliyiz” cümlelerini duymaktan hepimize gına geldi.

Kelimelerin bu sürece bir katkısı yok; toplum icraat görmek istiyor. Her anlaşma girişimi, siyasi çıkarların duvarına çarpıp paramparça olmaya mahkûm oldu. Her olayda, her durumda olduğu gibi barışın da temeli adalet. Adaletsiz yapılan her iş eksik oluyor ve geleceğe dair bir umut da vadetmiyor.

Yazının Devamı

Başkent susuz, eğitim çaresiz

Günlerdir güzel Ankara’nın bazı ilçelerinde, belirli mahallelerde sular yok. Ne hikmetse, kesintiler hep aynı semtlerde yaşanıyor. Hat, Ankara’nın genel su hattı; ancak kesinti hep aynı bölgelerde gerçekleşiyor. Tabii bu susuzluk, sadece günlük yaşamı değil, eğitimi de doğrudan etkiliyor.

Okulların durumuna gelirsek, binlerce öğretmen ve öğrenci, suları akmayan okullarda ders yapmaya çalışıyor. Oysa eğitim, sadece kitaplarla sınırlı bir alan değil. Hijyen, sağlık, güvenlik de bu sürecin ayrılmaz parçaları. Bu parçaların hiçbiri, eğitim bütününden ayrı düşünülemez. Şartların oluşmadığı bir ortamda, verim de beklenemez. Öğrenciler temel ihtiyaçlarını karşılayamazken, öğretmenler bu durumu idare etmeye çalışıyor. Veliler ise son derece tepkili. Bu sorunun sadece “altyapı çalışması” gibi gerekçelerle açıklanması, kimseye yeterli gelmiyor. Devletin asli görevlerinden biri, vatandaşının refahını sağlamak ve çocuklara sağlıklı bir eğitim ortamı sunmak.

Sürecin yönetilmesi noktasında; devlet okullarına yeterli büyüklükte su depoları konulabilir ve bu depoların bakımları düzenli olarak yapılabilir. Belediyeler tarafından okullara acil su desteği sağlanabilir. Hijyen denetimleri artırılabilir, çünkü kalabalık ortamlarda temizlik çok çok önemli.

Yazının Devamı

Bombaların gölgesindeki direnişin adı: Gazze

Dünyanın her tarafında hayat normal seyrinde devam ederken, Gazze’de her geçen saniyede nefesler duruyor. Bir çocuk hayattan koparılıyor, bir anne-babanın evlatları yetim ve öksüz kalıyor. Savaşın hâkimiyet sürdüğü Gazze toprağında, topraktan çok acı, kan ve çaresizlik var. Siz sessizliğin sağır eden çığlığını bilir misiniz? Gazze biliyor.

Bir zamanlar sokaklarında çocukların, büyüklerin ve araçların sesleri yankılanırken; şimdi bomba ve ağıt sesleri duyuluyor. Paramparça olmuş bedenler, yaşananları adeta Allah’a şikâyet ediyor. Gazze artık yaşamak için değil, hayatta kalmak için çabalıyor. Yine de hâlâ umutları var. Ekmek, su, aş onlar için bir lüks oldu. Bizim sofralarımızda ise kaç çeşit yemek olduğunu düşününce insan yutkunamıyor, yapamadıkları için suçluluk hissediyor. En çok da; kolunu, dalını, her şeyini kaybetmiş olsalar da inançlarını kaybetmeyişleri dokunuyor insana. Bu nasıl bir teslimiyet, Ya Rabbi... İnsan kendini sorguluyor. Ayağımız tökezlese, “Niye hep bana böyle şeyler oluyor?” diye isyan ediyoruz. Oysa Müslümanlığın gereği tam teslimiyet değil miydi? Biz ekrandan izlerken dayanamıyoruz. Birkaç dakika bakıp, gündelik yaşantımıza devam ediyoruz. Oysa orada saatler durmuş, acıda sabitlenmiş akrep ve yelkovan. Evet, bu durumu değiştiremiyoruz ama susmalı mıyız? Elbette hayır. Bir insanlık suçu işlenirken üç maymunu mu oynayalım? Susmak, suçların en büyüğüdür. Hadiste de belirtildiği gibi: “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” Bu yaşananlar modern çağın ortasında bir vahşet. Adı diplomasi ama özü ikiyüzlülük. Gazze’de yüzlerce insan ölürken dünya devletlerinin açıklaması hep aynı: “Üzgünüz, kınıyoruz.” Kınama yazılarıyla vicdanlarının sesini bastırıyorlar. Oysa diğer tarafta bebekler paramparça, anneler kanlı gözyaşları döküyor. Bu mu üzgünlük? Bu mu modernlik? Bu mu insanlık?

Her yıkığın altından bir direniş öyküsü yükseliyor göğe. Herkes susuyor, Gazze haykırıyor: “Her şeye rağmen buradayız!” Ve biz, bizler, izlememeliyiz. Sessizlik ihanettir. Tam da bu sebepten, Sumud filosu “Karınca misali gitmesek de yolunda var oluruz.” dedi. Onlar, “Sessiz değiliz biz. Biz diğerlerini temsilen geldik.” dediler.

Yazının Devamı

Aslanlar kükredi, Avrupa inledi

Kabul edelim ki, futbolun bizim ülkemizde farklı bir büyüsü var. Bazı maçlarda adeta tarih yazmak için sahaya çıkar futbolcular. Nefesler tutulur, ekran önünden geçene tahammül kalmaz. Kazanılırsa evler inler, kaybedilirse maalesef ki bazılarının dilinden küfürler eksik olmaz.

Futbol izlenmez, taraftar tarafından yaşanır. Hemen hemen herkesin kalbinde yatan bir takım var. Bazıları, takım oyuncularının kim olduğunu bilmediği halde, bir kere bile maç izlemediği halde yine de babadan, abiden kalma bir takım tutar. Bazıları ise tam bir "hasta taraftar" dır. Eskiden tribünlerde daha çok erkekler hâkimdi. Ancak son dönemde tribünlerde çocukların ve kadınların da sayısı artmaya başladı.

Gelelim Galatasaray’ın Liverpool karşısında aldığı 1-0’lık tarihi galibiyete. Bir penaltının gole dönüşmesiyle elde edilen bir skor gibi görünse de, aslanların sayfalara sığmayacak koca bir destana dönüştü bu maç.

Yazının Devamı

Bozkırın Tezenesi: Neşet Ertaş

Neşet Ertaş, 1938 yılında Kırşehir’in Çiçekdağı ilçesine bağlı Kırtıllar köyünde doğdu. Çocukluğu zorluklarla geçmesine rağmen gönlü hep zengindi. Çok küçük yaşlarda annesini kaybedişi onda derin yaralar açtı. Babasıyla birlikte düğünlerde saz çalmaya başladı. Eğitim hayatını yarıda bırakan Neşet Ertaş, hayat mektebini tamamladı.

İlk plağını 1957 yılında çıkaran sanatçı, “Zahidem”, “Ah Yalan Dünya” gibi kıymetli eserleriyle sesini duyurdu. 1960’lı yıllarda evlenen sanatçının evliliği uzun sürmedi. Bu ayrılık, onun dizelerine yansıyıp kulaklarımıza türkü olarak ulaştı.

1970’li yıllarda ekonomik sebeplerden dolayı Almanya’ya giden usta sanatçı işçilik yaptı ama yoldaşı olan sazını hiç bırakmadı. Yıllar sonra memleketine dönüp mesleğini icra etmeye devam etti. Bir annenin gözyaşı, bir gurbetçinin hasreti, sevdalanmış bir yüreğin dile gelmiş mısraları, Anadolu’nun toprak kokusu vardı onun türkülerinde. Dinleyen herkes, kendinden bir parça bulurdu onun mısralarında; kimi zaman umut, kimi zaman da derin bir hüzün.

Yazının Devamı

Mutluğun en saf hali: Oyun

Oyun, hayatımızın en doğal ve en temiz anı. Hayal gücünün en yüksek olduğu, en çok zorlandığı, yeni fikirlerin oluştuğu ve belki de en verimli zaman dilimi. Salt bir eğlence değil; çocuğun yüreğindeki özgürlük alanı aynı zamanda.

Çocuk; saklambaçta güveni, körebede yol bulmayı ve sabrı, seksekte ise dengeyi öğrenir. Büyürken bizi adeta gizli bir öğretmen gibi eğitir aslında oyun.

Oyunun bilimsel temeline inersek; bireyin psikoloji, sosyoloji ve bilişsel gelişim gibi pek çok alanda etkisi olduğu görülür. Piaget ve Vygotsky gibi düşünürler de oyunun sosyal yönünün ön plana çıkarılmasındaki rolünü dile getirmişler.

Yazının Devamı

Ders çalışmanın sırrı: Düzenli ve planlı olmak

Zaman su gibi akıyor. Zaman da su da günümüz için çok değerli. Her saniyesini verimli kullanılmalı; çünkü giden zaman geri gelmiyor. Veliler olarak çocuklarımızı verimli ders çalışmaları noktasında doğru yönlendirmeli, onları bu süreçte yakından takip etmeli; ancak gerekmedikçe müdahale etmemeliyiz. Gereksiz müdahale onları geliştirmez, aksine tembelleştirir.

Hani meşhur bir örnek vardır ya: Balık tutmayı öğretmek mi, balık vermek mi? Her defasında balık vermek, çocuğa aç kaldığında ne yapacağını öğretmediği için her müşkül durumda birilerinin onun karnını doyuracağını zannetmesine yol açar. Hayat da böyledir… Her düştüğü yerden kendi kalkan, doğru yöntemlerle ders çalışmayı bilen çocuklar yetiştirmeliyiz. Bunun nasıl yapılacağını örneklerle anlatmalı, günlük ve haftalık planlar yapmanın ona hız kazandıracağını, planlı yaşam ve çalışma ortamının insan hayatını da düzenleyeceğini vurgulamalıyız.

Dikkat dağıtıcı telefon ve tablet gibi etmenlerin zamanlarını çalacağını ve odaklanma sorunu yaşatacağını çocuklarımıza sadece aktarmamalı, aktardıklarımızı birebir uygulayarak aynı zamanda örnekte olmalıyız. Uzun saatler hiç kafalarını kaldırmadan çalışmanın verim sağlamayacağını, aralıklarla ve bol tekrarlı çalışmanın daha faydalı olduğunu nda altını çizmeliyiz.

Yazının Devamı

Komşu komşunun gönlüne muhtaçtır

Hayatta en çok ihmal ettiğimiz; ancak en çok da ihtiyaç duyduğumuz bağlardan biri, kanla değil gönülle kurduğumuz komşuluk bağı.

Bazen karşı balkondan edilen bir tebessümle, yan daireden gelen çocuk sesleriyle farkına vardığımız varlıkları. Görmediğimizde telaşlandığımız, ışığı yanmadığında kapısını çalıp kontrol ettiğimiz, kimi zaman da birçok akrabadan daha samimi olduğumuz ilişkiler.

Taze pişirdiğimiz yemeğin bir kısmını komşumuzla paylaşmak, bizi birbirimize bağlayan git-gel köprüsüydü yıllarca. Boş gönderilmeyen tabak alışverişlerinde çocukken hepimizin bir görevi vardı. Kek, börek pişiren anneler komşularla paylaşır; bunu götüren çocuklar da paylaşmayı öğrenirdi. Bizim kültürümüzde, paylaşılan her şeyin bereketlendiğine inanılırdı.

Yazının Devamı

Smaçtan potaya, aynı gurur

Spor… Bir milletin kalbinde aynı anda yankı bulan, sokaklara sığmayan coşkusu. Sporun öyle bir sevgisi var ki milli duygularımızı kabartır; sanki o topu fileye aynı anda sporcularla biz gönderiyormuşuz gibi heyecan ve gurur yaşatır. Bunun tarifi çok zor ama çok da yüksek. Bu yüzden 12 Dev Adam da, Filenin Sultanları da bizim için sadece birer sporcu değil; milli gururumuzun simgesi oldu.

Yıllardır sergiledikleri başarılar, sadece kadınların voleyboldaki azmini değil, toplumun zihninde yer ederek genç kızlarımıza hayallerinin peşinde koşma cesaretini de gösterdi. Bu kızlarımız sadece rakiplerini yenmedi; toplumun kızlar üzerindeki ön yargısını da yendi. Adlarını altın harflerle yazdıran Sultanlar, fileye vurdukları her smaçta kadınların toplumdaki yerini güçlendiren bir sembolü milletin yüreğine kazıdı. Türkiye – Bulgaristan maçı ile 2025 Kadınlar Voleybol Dünya Şampiyonası’nda 3-0’lık net bir skorla bir kez daha dünyaya seslerini duyurdular. Bu galibiyetle Türkiye, şampiyonaya zaferle başlamış oldu ve sonrasında son 16 turuna çıkmayı garantiledi. Maç sonunda yapılan “Dünya şampiyonalarında ilk iki maçta bu kadar net galibiyet görülmemişti” yorumları göğsümüzü kabarttı. Ebrar Karakurt, Elif Şahin, Zehra Güneş, Melissa Vargas ön plana çıkan başarılarıyla göz doldururken, bu işin bir ekip işi olduğunu tüm takımla aldıkları skorla bir kez daha kanıtladılar.

2001’deki unutulmaz Avrupa Şampiyonası’ndan sonra herkese basketbol sevgisini aşılayan aslanlar, dönüşü muhteşem bir şekilde yeniden sahalara çıktı. Bugün hâlâ 12 Dev Adam sadece bir takım değil; birlikte inanarak imkânsızı başarmanın gücü. Türkiye, EuroBasket 2025’te 5’te 5 yaparak grubu lider tamamladı. Türkiye – Almanya maçı ise çok çekişmeli geçti. Alperen Şengün, Cedi Osman gibi oyuncuların yanı sıra takımın üstün çabalarına rağmen Almanya farkı korudu. Maç Almanya’nın üstünlüğüyle sonuçlansa da, Avrupa’da bize ikincilik kazandırdı. Baş antrenör Ergin Ataman’ın başarısı ise takdir-e şayan.

Yazının Devamı