Sağlık krizi
Bir önceki yazıda konu barınma idi bu gün ise sağlık. Farkındayım belki de gündemden kaçıyorum gibi geliyor size ama öyle değil. Çok net olarak gündemin içinde kalmaya çalışıyorum aslında. Sadece size ve bize dayatılan gündemden kendi gündemimize dönmeye çalışıyorum. Unutmamak gerekir ki ülkemizde yaşayan insanları çeşitli argümanla birbirlerine düşman etseler karşı karşıya getirseler de siyaset kurumu biliyor ki sonuç itibarı ile bu farklılıklarımıza rağmen hepimiz barınmak, karnımızı doyurmak ve sağlık hizmetlerinden yararlanmak zorundayız.
O sebeple barınma konusunun ardından bir de sağlıkta durumun nasıl olduğuna bakalım istedim. Aslında konu çok daha detaylı çok daha netameli ama geri kalanlarına da konunun uzmanlarına sorarak ara ara değinmeyi deneyeceğim.
ŞEHİR HASTANELERİ: TARİHTEN GELEN DERSLER VE GÜNÜMÜZÜN KRİZİ
Osmanlı’dan bugüne sağlık hizmeti hep devletin sorumluluk alanında oldu. Vakıf hastaneleri, darüşşifalar ve askeri sağlık kurumlarıyla başlayan bu çizgi, Cumhuriyet döneminde sosyal devletin “her yurttaşa eşit ve ücretsiz sağlık hakkı” ilkesine yaslanarak güçlendi. Ancak bugün, sağlık sisteminde radikal bir kırılma yaşıyoruz.
Bu kırılmanın adı: Şehir Hastaneleri modeli.
İNGİLTERE’NİN DENEYİMİ: VAZGEÇİLEN BİR YÜK
Türkiye’nin bu projeyi örnek aldığı İngiltere, 1990’larda “Private Finance Initiative (PFI)” adıyla benzer bir modeli hayata geçirdi. Devlet yerine özel sektör devasa hastaneler kuracak, işletme ve finansman yükünü uzun vadeli sözleşmelerle kamuya fatura edecekti.
Sonuç?
İngiltere Sayıştayı raporlarına göre, PFI hastaneleri klasik kamu yatırımlarına kıyasla neredeyse iki kat maliyetli oldu.
Birçok hastane, kira ve hizmet bedelleri yüzünden bütçeyi tüketti. NHS (Ulusal Sağlık Sistemi) zaten darboğazdayken bu ek yük, sistemi daha da kırılgan hale getirdi.
2018’de İngiltere hükümeti resmen bu modelden vazgeçti.
Yani, bizde “geleceğin sağlık vizyonu” diye sunulan model, doğduğu ülkede tarihin çöplüğüne gönderilmişti.
TÜRKİYE’DE DURUM: DAHA AZ YATAK, DAHA UZAK HASTANE
Türkiye’de şehir hastaneleri kurulmadan önce toplam yatak kapasitesi farklı hastanelere dağılmış durumdaydı. Büyükşehirlerdeki semt hastaneleri vatandaşın yürüme mesafesinde ya da kısa bir toplu taşıma yolculuğuyla ulaşabildiği yerlerdeydi.
Bugün tablo farklı. Örneğin Ankara’da şehir hastaneleri açılmadan önce Numune, Yüksek İhtisas, Dışkapı, Sami Ulus ve Zekai Tahir Burak gibi köklü hastanelerin toplam yatak kapasitesi 10 binin üzerindeydi. Bu hastaneler şehrin merkezinde, ulaşımı kolay, farklı semtlere dağılmış halde hizmet veriyordu. Şimdi tüm bu hastaneler kapatıldı ve yerine Bilkent Şehir Hastanesi’nin yaklaşık 3 bin 800 yataklı dev kompleksi kuruldu. Yani kâğıt üzerinde modernleşme var gibi görünse de, pratikte hem yatak sayısı azaldı hem de ulaşılabilirlik büyük ölçüde zayıfladı.
Benzer bir durum Adana’da yaşandı. Kentin merkezindeki Numune Hastanesi kapatılıp şehir dışındaki Şehir Hastanesi’ne taşındı. Vatandaşın şehrin kalbinde kolayca gidebildiği bin 500 yataklık kapasite, bugün şehir merkezinden kilometrelerce uzak bir kampüse hapsedildi.
Kayseri’de de tablo aynı. Şehir merkezinde 600 yataklı Devlet Hastanesi ve 400 yataklı eğitim araştırma hastaneleri vardı. Bu hastaneler kapatıldı ve şehir dışında, ulaşımı ancak özel araçla kolay olan bin 600 yataklı Kayseri Şehir Hastanesi açıldı. Vatandaş artık en temel sağlık hizmeti için kilometrelerce yol gitmek zorunda.
Mersin’de şehir hastanesi açıldığında merkezdeki Toros Devlet Hastanesinin bazı bölümleri kapatıldı. Bin 300 yataklı yeni kompleks modern görünse de, hem personel hem de ulaşım sorunları nedeniyle halkın beklentisini karşılamadı. Şehir merkezinde yaşayan vatandaşın, özellikle acil sağlık ihtiyacında uzak bir kampüse yönlendirilmesi tepki topladı.
İzmir’de ise Bayraklı Şehir Hastanesi 2023’te açıldığında, 2 binin üzerinde yatak kapasitesiyle “Ege’nin en büyük sağlık yatırımı” diye tanıtıldı. Ancak hemen ardından Tepecik ve Alsancak gibi merkezi hastanelerin bazı bölümlerinin işlevsiz hale getirilmesi gündeme geldi. Ulaşım zorluğu nedeniyle halkın önemli bir kısmı, yıllardır alışık olduğu semt hastanelerinden koparıldı.
VATANDAŞIN GÖZÜNDEN: SAĞLIKTA ERİŞİM KRİZİ
Bugün bir hasta, şehrin bir ucuna kurulan devasa komplekse gitmek zorunda kalıyor. Bu da şu sorunları doğuruyor:
Ulaşım zorluğu: Yaşlı, engelli ya da dar gelirli vatandaş için kilometrelerce uzaklıktaki hastaneye gitmek ciddi külfet.
Yoğunluk: “Büyük ve modern” diye sunulan hastanelerde poliklinik randevuları aylar sonrasına veriliyor.
Maliyet: Dolaylı yoldan da olsa bu sistemin bedelini vatandaş ödüyor; vergilerle ya da hizmetlerin niteliğinin düşmesiyle.
Üstelik şehir hastanelerine yapılan kira ödemeleri Sağlık Bakanlığı bütçesini giderek boğuyor. Sayıştay raporlarına göre, sadece 2022 yılında şehir hastanelerine ödenen kira ve hizmet bedeli 21 milyar TL’yi buldu. Uzun vadeli taahhütler hesaplandığında önümüzdeki 25 yılda bu rakamın 50 milyar doların üzerine çıkacağı öngörülüyor.
OSMANLICILIK HAYALİ, İNGİLTERE’NİN İFLASI
Osmanlı’dan günümüze sağlık sistemi, toplumun en temel hakkı olan “yaşama hakkı”nın bir uzantısı olarak şekillendi. Ancak bugün, bu hakkın yerini uzun vadeli kira sözleşmeleriyle özel şirketlerin kasasını dolduran bir sistem aldı.
Ve işin en çelişkili yanı şu: Siyaset meydanlarında her fırsatta Osmanlı’ya gönderme yapılıyor, “yeni Osmanlı” hayalleri süslenip püsleniyor. Lakin Osmanlı’nın en büyük mirası olan vakıf geleneği ve “halk için ücretsiz sağlık” anlayışı terk edilmiş durumda. Yerine İngiltere’nin iflasla sonuçlanan, halkın değil finans çevrelerinin yüzünü güldüren bir model ithal edilmiş.
Bir yanda “Osmanlı torunuyuz” diyerek tarihsel gururu okşayan nutuklar, öte yanda İngiltere’nin çöpe attığı hastane modeli… Bu nasıl bir çelişkidir? Osmanlıcılık iddiası ile İngiliz iflasının aynı sepete konulması, en hafif tabirle tarihsel mirası inkâr değil midir?
Darüşşifaların kapısında “herkes içeri girebilir” yazan bir medeniyetin torunları, bugün bir hastaneye ulaşmak için kilometrelerce yol gitmek zorunda bırakılıyor. Osmanlı’nın vakıf sistemi halka hizmet için kurulmuştu; bugünkü şehir hastaneleri ise yatırımcıya garanti için.
Soru basit: İngiltere’nin çöpe attığı bir sistemle Osmanlıcılık rüyası kurulabilir mi? Yoksa bu rüya, halk için değil, yalnızca finans çevreleri için mi görülüyor?