Kaç karın var!
YENİ DÜNYANIN ESKİ DİLİ
Beyaz Saray’daki o an, diplomasi tarihinin kısa ama çarpıcı bir özeti gibiydi. Suriye Cumhurbaşkanı ilk kez Washington’da ağırlanırken Donald Trump, parfüm hediyesini uzatıp gülümseyerek sordu: “Kaç karın var?” Şara da hediyesini sunarken aynı tonda karşılık verdi: “Ya senin kaç karın var?” Özellikle Trump’ın soruya verdiği cevap ise çok şey anlatıyordu ‘şimdilik bir’. İlk soruyu soran Trump kültürel ve dini bir gönderme yapıyordu. Şara buna karşılık Trump’ın göndermesinden duyduğu rahatsızlığa karşı bir salvo yaptı belki de. Ama yine aynı yerden aynı konuda bir gönderme. Trump ise alınmış görünmüyordu.
Bir anlık gülüşme, birkaç saniyelik sessizlik… Ardından protokol kaldığı yerden sürdü. Oysa o cümleler, modern diplomasinin arka planında hâlâ taş devrinden kalma bir zihniyetin dolaştığını gösteriyordu. Bu, iki devlet adamı arasında geçen bir diyalog değildi yalnızca; erkek egemen dünyanın kendi diliyle konuşan iki yüzüydü.
ERKEK EGEMEN DİPLOMASİ: KADIN ÜZERİNDEN KURULAN GÜÇ
Diplomasinin tarihi, erkek egemenliğin tarihiyle iç içedir. Kraldan başkana, sultandan generallere kadar bütün iktidar biçimleri, gücü erkeklik üzerinden tanımladı. “Kaç karın var?” sorusu bu nedenle bir mizah değil, bir güç metaforudur. Kadın, burada bir insan değil; statü göstergesidir. Gücün, servetin ve itibarın ölçüsüdür.
Trump’ın cümlesinde, Edward Said’in yıllar önce Oryantalizm’de tarif ettiği o Batılı üstünlük dili yankılanıyordu. Said’e göre Batı, Doğu’yu “kadınsı, duygusal ve irrasyonel” bir öteki olarak inşa eder; kendini ise “erkeksi, akılcı ve üstün” konumda kurar. Trump’ın sorusu, tam da bu kalıbın güncel bir versiyonuydu: Kadını küçümserken Doğu’yu kadınsılaştırmak.
Şara’nın verdiği yanıt ise bir tür “erkeklik aynalaması” idi. Aynı dili tersine çevirip Batı’yı kendi silahıyla vurmak. Ama bu karşılık da oryantalizmi kırmıyor, sadece yeniden üretiyordu. Çünkü her iki durumda da kadın, konuşan değil, hakkında konuşulan bir varlıktı.
OTORİTERLEŞME ÇAĞINDA ERKEKLİK REKABETİ
Dünya, son on yılda yeniden ‘güçlü erkeklerin’ sahnesine dönüştü. Trump, Putin, Modi, Bin Salman… Hepsi aynı dili farklı aksanlarla konuşuyor. Bu liderlerin ortak özelliği, siyaseti bir tür “erkeklik gösterisi”ne dönüştürmeleri. Mizahlarında saldırganlık, diplomatik jestlerinde tehdit, duygularında ise kibir var. Hannah Arendt’in “insanı küçültme” dediği totaliter zihniyet biçimi, bugün küresel düzeyde “gülümseyen otoriterlik” olarak karşımıza çıkıyor.
Otoriter liderlerin dilinde kadının temsili yok. Kadın, sadece ideolojik bir sembol veya ulusal kimliğin duygusal unsuru olarak yer buluyor. Foucault’nun “iktidar bedende yaşar” sözünü hatırlarsak, bu liderlerin sahnede sergilediği jestler, tokalaşmalar, vücut dilleri aslında birer güç ritüelidir. Diplomasi artık kelimelerle değil, bedenlerle yapılıyor.
Trump’ın agresif tokalaşmaları, Putin’in buz gibi bakışları, Bin Salman’ın sessiz ama tehditkâr duruşu… Hepsi aynı mesajı veriyor: “Burada erkek konuşur.”
YENİ DÜNYA DÜZENİ DENİLEN ESKİ DÜNYA
Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan “yeni dünya düzeni” söylemi, demokrasinin evrenselleşeceği, uluslararası hukuk ve insan haklarının belirleyici olacağı bir geleceği vaat ediyordu. Oysa geldiğimiz noktada, bu düzenin yerini kişisel liderlik kültlerine dayalı, medya gücüyle desteklenen otoriter rejimler aldı.
Teknoloji ilerledi ama siyaset, biçimsel olarak modernleşse de zihinsel olarak feodal bir döneme döndü. Bu durum sadece politik yapıyı değil, dilin kendisini de geriye çekti.
Bugünün uluslararası sahnesinde konuşulan dil, Machiavelli’nin saraylarından, Roma senatolarından, hatta kabile toplantılarından farksız. Güç, artık kurumlarla değil, liderlerin karakteriyle tanımlanıyor. Kadın ise bu anlatının neresinde olursa olsun ya bir “ahlak göstergesi” ya da “batı düşmanlığının ölçüsü” haline getiriliyor.
“Yeni dünya düzeni” aslında eski dünyanın makyajlanmış hâli. Fark, tahtların yerini televizyon kameralarının, sarayların yerini Beyaz Saray gibi sahnelerin almış olması. Fakat dil, aynı dil: erkeksi, tahakkümcü ve dışlayıcı
Bu tablo, yalnızca kadınları değil, toplumları da sessizleştiriyor. Çünkü erkek egemen dil, yalnızca kadınları dışlamaz; diyalogu da öldürür. Her söz bir meydan okuma, her jest bir güç yarışına dönüşür.
Siyasetçi-siyasetçi arasında kurulan bu eril dil, halkların da birbirine yabancılaşmasına yol açar. Otoriterliğin en tehlikeli yanı budur: Kendi dilini sıradanlaştırması. Kadın bedeni, aile yapısı, din veya gelenek üzerinden kurulan bu dil, toplumlara “doğal” gibi gelir.
Trump’ın sözleri, birçok Batılı izleyiciye sadece “rahatsız edici bir şaka” gibi gelmiş olabilir. Ama o şaka, Batı’nın Doğu’ya, erkeklerin kadınlara, güçlülerin güçsüzlere nasıl baktığını anlatan bir dünya görüşünün dışavurumuydu. Bu yüzden tepki çekmedi; çünkü o dil, zaten dünyayı yönetiyor.
TARİH GERİYE DOĞRU AKIYOR
Bugün içinde yaşadığımız çağ, teknolojik olarak ileri ama ahlaki olarak geriye giden bir çağ. Yapay zekâ üretiyoruz ama dili dönüştüremiyoruz. Uzaya araç gönderiyoruz ama diplomasi hâlâ kadın bedeniyle ölçülüyor.
Tarih sanki ileriye değil, geriye doğru akıyor. Her otoriterleşme dalgası, bizi biraz daha geçmişin o “büyük erkekler” çağının karanlığına çekiyor.
Trump ile Şara arasındaki kısa diyalog bu nedenle önemsiz bir gaf değil; bir çağın sembolü. O an, insanlığın hâlâ patriyarkal kodlardan kurtulamadığını, “yeni dünya” dediğimiz şeyin aslında “eski dünyanın yeni kıyafetleri” olduğunu gösteriyor.
Belki de sorun, liderlerde değil, onları besleyen dilde. Çünkü dünya değişti ama dil değişmedi.
Kadın hâlâ sayılıyor ama konuşamıyor; erkek hâlâ konuşuyor ama anlamıyor.