Fuller’in hayali, bugünün gerçeği

2008’de Graham Fuller bir kitap yazdı: Yeni Türkiye Cumhuriyeti. O kitapta öyle bir Türkiye tarifi vardı ki, insan ister istemez soruyor: “Bu satırlar bir analiz miydi, yoksa bir rota çizimi mi?”

Fuller’e göre Türkiye; komşularıyla barışmış, Kürt sorununu çözmüş, ekonomisi şaha kalkmış, orduyu siyasetten uzaklaştırmış, AB’ye de kapıyı aralamış bir ülke olmalıydı. Bu tabloyu gördüğünde Batı rahat edecekti. Bir tek uyarı ekliyordu: “AB Türkiye’yi dışlarsa, ülke ister istemez Ortadoğu’ya kayar. Bunun sorumlusu biz değiliz.” Yani ne yaşanırsa yaşansın, ABD-İngiltere-İsrail üçgeninin hiçbir sorumluluğu olmayacaktı.

Bugün dönüp baktığımızda görüyoruz ki, Fuller’in çizdiği o rota sadece bir temenni değilmiş; bizzat uygulanmaya çalışılan bir senaryoymuş.

2013-2015 arasında yaşanan çözüm sürecini hatırlayalım. Fuller’in kitabında altını çizdiği “Kürtlerle barışmış Türkiye” idealinin kopyasıydı adeta. Biz içeride “barış” diye anlattık, Batı “Türkiye kontrol altında” diye alkışladı. Süreç çöktüğünde ise Fuller’in öngördüğü gibi kendimizi Ortadoğu’nun bataklığında bulduk: Suriye savaşı, terör, göç dalgaları… Yani kitabın satırları bir “kehanet” değil, daha önce çizilmiş bir yol haritasının uygulanmasıydı.

KÜRT MESELESİ: İÇ SORUN MU, DIŞ KURGUNUN PARÇASI MI?

Kürt meselesi bu toprakların meselesi olmaktan çoktan çıkarıldı. Bir halkın taleplerini karşılamak bahanesiyle Türkiye’ye dayatılan “çözüm reçeteleri”, Washington’daki masa başlarında yazıldı. Irak’ın kuzeyinde fiilen inşa edilen yapı, Suriye’de PYD eliyle deneniyor; Türkiye’deki çözüm süreçleri de aynı zincirin halkalarıydı.

Fuller’in 2008’de “Türkiye Kürtlerle barışmalı” derken kastettiği, bizim toplumsal barışımız değildi. Kastettiği, Ortadoğu’da bölünmüş coğrafyaların yan yana dizilmesiydi. Türkiye bu zincire eklenirse, Batı için denklem tamamlanacaktı. Bu yüzden çözüm süreçleri, barış projeleri, komisyonlar hep dışarıdan gelen direktiflerle hareket etti. Bugün Cumhurbaşkanlığından Meclis’e uzanan tuhaf uyarılar da işte bu dış aklın içeriye sızmış izdüşümleri.

Bugün 2025’te, Meclis’te bir çözüm komisyonu daha kurulmuş durumda. Fakat ilginçtir, Cumhurbaşkanlığındaki bazı bürokratlar ya da aslında şu an mecliste dahi olmayan eski vekiller, TBMM nin vekillerini uyaracak ya da onlara yol belirleyecek ifadeler kullanıyorlar.

Bu uyarılar size neyi hatırlatıyor bilmem ya da bu komisyona gelene kadar yaşananlar ve komisyon içindeki bugüne ait fikir ayrılıkları? Bana, Fuller’in kitabında Türkiye’ye için yapılan övgülerin içine yedirilmiş önerileri hatırlatıyor. Aslında bakarsanız biraz uzun sürmüş olsa da o önerilerin çoğunluğu da bir şekilde karşılık buldu.

FULLER’İN TÜRKİYE’Sİ İLE GERÇEK TÜRKİYE

Fuller, Türkiye’yi “İslam dünyasına örnek demokrasi” olarak hayal etmişti. Gerçekteyse Batı için örnek olduğumuz tek alan, “krizleri taşıyan ülke” olmamız:

Mülteciler: Avrupa’ya gitmesin diye 5 milyondan fazla insanı biz tutuyoruz. Batı’nın en büyük korkusunu biz sırtlanıyoruz.

Enerji: Doğu Akdeniz’den Hazar’a kadar geçen hatların çoğu bizim üzerimizden geçiyor. Enerji güvenliği için vazgeçilmeziz.

NATO ve güvenlik: Ukrayna savaşıyla birlikte Türkiye yeniden “dengeleyici aktör” olarak vitrine kondu.

Ama iş demokrasiye, ekonomiye falan gelince durum ortada zaten, bu yukarıda bahsettiğimiz ve batının bizi çok sevmesini sağlayan başarılarımız belki bir gün halka da yansır diye umutla bekliyoruz.

Ekonomi, yıllardır yüksek enflasyon ve borç yüküyle boğuşuyor. Fuller’in hayal ettiği “şaha kalkmış ekonomi” yerini dar gelirlinin mutfağında tükenen umutlara bıraktı.

Yani Fuller’in Türkiye’si bir açıdan kâğıt üzerinde kaldı ama Batı için asıl önemli olan işlev hâlâ sürüyor: Krizleri biz taşıyoruz, bedelini biz ödüyoruz, Batı ise seyirci koltuğunda.

Fuller de aslında o kağıt üzerinde kalan açıyı biliyordu zaten ama nasıl olduysa o yeni ve güçlü Türkiye’nin koordinatlarını bir şekilde Ortadoğu’da işaretlemeyi başardı. Ya da başardılar.

Bugün hâlâ o çizilmiş rotanın içinde sürükleniyoruz. Çözüm komisyonu da, tuhaf uyarılar da, dışarıdan verilen gazlarla içeride dönen senaryolar da bunun kanıtı. Kürt meselesi de toplumsal bir yaradan çok, dışarıdan kurgulanan bir jeopolitik manivela olarak önümüze konuyor.

O yüzden diyorum ki: Çizilmiş rotadan çıkmak artık bir tercih değil, bir zorunluluktur. Ama unutmayalım: Her rota hayır getirmez. Kendi yolumuzu çizmezsek, başkalarının yazdığı oyunda figüran olmaya devam ederiz. Fuller’in hayaliyle yaşamaya mecbur değiliz; yeter ki başkalarının senaryosunu değil, kendi aklımızı kılavuz edinelim.

SON DAKİKA HABERLERİ

İnanç Uysal Diğer Yazıları