Cep telefonundan soframıza, nüfustan geleceğe: Kimin kontrolündeyiz?
Sosyal medyada bir video dolaşıyor: “Cep telefonu olan var mı? O zaman İsrail’in bir parçasını tutuyorsunuz.” Bu sözler gerçekten Netanyahu’ya mı ait bilinmez. Ama iddia edilen bu cümle bile bugünün çıplak gerçeğini gösteriyor: bilgi, teknoloji, gıda ve ilaç çağımızın en güçlü denetim araçları. Cep telefonlarımızdan soframıza, ilaç dolabımızdan nüfus politikalarımıza kadar hayatımızın her alanı artık dışarıdan etkilenebilir durumda.
Benjamin Netanyahu’nun son dönemdeki resmî açıklamalarında İsrail’in diplomatik izolasyona karşı kendi kendine yetmesi gerektiğini, savunma ve kritik üretim alanlarını elinde tutmasının önemini defalarca vurguladığını biliyoruz. Bu mesaj, Müslüman dünyaya ve Türkiye’ye şu soruyu sordurtuyor: Biz hâlâ kendi iç kavgalarımıza mı gömülüyüz, yoksa geleceğimizi kurtaracak stratejik adımları mı atıyoruz?
CEP TELEFONLARI: CEBİMİZDEKİ KULAĞI KİM TUTUYOR?
Bugün elimizdeki akıllı telefonlar yalnızca haberleşme aracı değil; aynı zamanda veri toplama, gözetleme ve yönlendirme sistemleri. Dinleme, gözetim, veri madenciliği artık distopik romanlarda değil, günlük hayatımızda. Veriyi üreten değil tüketen konumda olduğumuz sürece, cep telefonlarımız “başkalarının elinde bir kulak” olmaya devam edecek. Sadece devletler değil, küresel şirketler ve yabancı istihbaratlar da verimizi işliyor. Kısacası “telefonlarımız dinleniyor” artık mecaz değil; modern dünyada veriye hâkim olan, güce hâkim oluyor.
SOFRAMIZDAKİ BİYOPOLİTİKA: HİBRİT TOHUM VE GIDA BAĞIMLILIĞI
Bu bağımlılık telefonla sınırlı değil. Soframıza gelen her lokma, sadece tarımsal üretimin değil stratejik bağımlılığın da bir parçası. Eğer Müslüman ülkeler hibrit ve patentli tohumlara mahkûm olmaya devam eder, kendi tohumlarını saklayıp geliştiremezlerse, biyolojik ve kültürel bir kontrolün altına girmiş olur. Tohumun genetiği, toprağın sağlığı, tarım ilaçlarının etkisi uzun vadede nesillerin bağışıklık sistemlerini, hastalıklarını, alerjilerini ve kültürel beslenme biçimlerini belirler.
Tohum ve gıda zincirini kontrol eden bir aktör, sadece ekonomiyi değil, sağlığı ve geleceği de kontrol eder. Gıda bizi hasta ederken ilaç bizi tedavi adı altında kontrol etmeye devam ederse, özgürlük nerede kalır?
İLAÇ SEKTÖRÜ: TEDAVİ Mİ TESLİMİYET Mİ?
Ar-Ge, üretim ve patent haklarının tamamen dışarıda olması, hastalıkların teşhis ve tedavisinin bile başkalarının eline geçmesi demek. İlaç fiyatları, bulunurluğu, içeriği konusunda bir ülkenin söz hakkı olmazsa, toplumun sağlığı da stratejik bir bağımlılığın parçası hâline gelir. Böyle bir tabloda gıda bizi hasta eder, ilaç bizi kontrol eder.
TÜRKİYE’NİN GERÇEK ÇELİŞKİSİ: GENÇ İŞSİZLİĞİ VE YAŞLANAN NÜFUS
Bu stratejik alanlarda geri kaldığımız yetmezmiş gibi, Türkiye’nin eğitim ve iş gücü göstergeleri de alarm veriyor. OECD verilerine göre Türkiye’de 18-24 yaş arası gençlerin yüzde 31.3’ü ne eğitimde ne istihdamda (NEET). OECD ortalaması yüzde 14 civarında. Yani her üç gençten biri sistemin dışında. Eğitim düzeyi yükselse de istihdam oranları OECD ortalamasının çok altında.
Bir yanda bu kadar atıl genç nüfus varken, diğer yanda nüfus hızla yaşlanıyor. Türkiye’de toplam doğurganlık oranı 1,48 — yenilenme seviyesi olan 2,10’un çok altında. 65 yaş ve üzerindekilerin oranı her yıl artıyor. Yani hem gençler atıl hem de nüfus yaşlanıyor.
“ÜÇ ÇOCUK” YETMEZ: NİTELİĞİ OLMAYAN NİCELİK ÇARE DEĞİL
Bu tabloya rağmen politika çoğu zaman “en az üç çocuk” kampanyalarıyla sınırlı kalıyor. Oysa mesele sadece nüfus sayısı değil, nüfusun niteliği. Eğitim, beslenme, sağlık ve üretim olmadan doğacak çocuklar da dışa bağımlılığın zincirlerine eklenmekten başka bir yere gidemez. Doğurganlık tek başına çözüm değil; kaliteli eğitim ve üretken ekonomi olmadan sayı artırmak ancak krizi büyütür.
GELECEĞİ KİMİN ELİNDEN ALIYORUZ?
Cep telefonu, gıda ve ilaç zincirinin kontrolünü başkasına bırakan toplumlar, aslında geleceğinin kaderini de başkasına devretmiş olur. Müslüman dünya ya da Türkiye özelinde mesele şudur:
- Eğitim sistemini iş gücüyle uyumlu hâle getirerek nitelikli insan yetiştirmek,
- Yerel tarım ve yerli tohum zincirlerini güçlendirerek gıda bağımsızlığını sağlamak,
- İlaç AR-GE’sine yatırım yaparak sağlıkta bağımsızlığı tesis etmek,
- Teknoloji ve veri bağımsızlığını gözeterek gözetim ekonomisinden kurtulmak.
Bunlar yapılmadığı sürece “telefonlarımızdan soframıza kadar kontrol ediliyoruz” bir slogan değil, somut bir gerçeğe dönüşür.
SONUÇ: UYANMAK İÇİN DAHA NE BEKLİYORUZ?
Netanyahu o sözleri gerçekten söylememiş bile olabilir ama asıl mesele şu: gerçekler bize zaten her gün bu uyarıyı yapıyor. Cep telefonlarımız, sofralarımız, ilaçlarımız ve eğitim sistemimiz üzerinde hâlâ başka merkezlerin gölgesi varsa, sorun ‘kim ne dedi’ de değil ‘biz ne üretiyoruz’ da. Hamasetle, sloganla, “biz büyük ülkeyiz” retoriğiyle bu tablodan çıkamayız.
Her krizden sonra ‘bize oyun oynuyorlar’ deyip üç çocuk çağrılarıyla ya da millî gururla teselli bulmak, kimseyi kurtarmıyor. Hamaset yerine somut üretim, bilgi ve özgün politika koymadıkça ne tohumda ne ilaçta ne de gelecekte bağımsız olabiliriz. Kısacası dışarıdan gelen sözlerin değil içeriden gelen adımların zamanı artık çoktan geldi, geçiyor.