Enflasyonla yüzleşmek: Nereden nereye, neden geriye?

Mustafa Özver

Mustafa Özver

Tüm Yazıları

Hepimiz hatırlıyoruz. 2000’li yılların başında Türkiye ekonomisi büyük bir krizle sarsılmıştı. Enflasyonun yüzde 130’lara ulaştığı bir ortamda, yapılan radikal hamleler sayesinde bu oran birkaç yıl içinde yüzde 5 seviyelerine kadar düşürülebildi.

BİR BAŞARI DÖNEMİ: 2000'Lİ YILLARIN BAŞINDA EKONOMİK DÖNÜŞÜM

Bu sürecin mimarlarından biri, dönemin Ekonomi Bakanı Sayın Kemal Derviş’ti. Bazılarının "ithal bakan" olarak nitelediği Derviş’in uyguladığı sıkı mali disiplin, döviz çıpası politikası ve reform paketleri kısa sürede meyvesini verdi. Ardından, AK Parti hükümetlerinin ekonomiyi yönettiği ilk yıllarda, Sayın Ali Babacan ile bu politikalar büyük ölçüde sürdürülmüştü.

Avrupa Birliği ile üyelik müzakereleri, IMF ile koordineli politikalar, şeffaflık ve yapısal reformlar, ülkemizi hızlı bir büyüme patikasına sokmuştu. Kişi başına düşen milli gelir artarken, Türkiye uluslararası arenada ekonomik başarı örneği olarak gösteriliyordu. 2008’de ABD’de mortgage kaynaklı kriz çıkarken, biz “teğet geçti” diyorduk.

ZEMİN KAYARKEN: DEĞİŞEN DÜNYA, DEĞİŞMEYEN SORULAR

Ancak bu başarı hikâyesi 2008 küresel kriziyle birlikte yön değiştirmeye başladı. O dönemde dövizi tamamen serbest bırakılmak yerine Merkez Bankası’nın rezerv biriktirmesi gerekiyordu ve bu uzmanlarca da ifade ediliyordu.

Evet, döviz kurları uzun süre istikrarlı kaldı; ancak bu, sağlıklı bir dengeye oturduğumuz anlamına gelmiyordu. Kriz sonrası dönemde riskler doğru hesaplanmadan atılan adımlar, özellikle faizlerin kontrolsüz biçimde düşürülmesi, enflasyonun yeniden yükselmesine neden oldu.

Pandemi ile birlikte 2008 krizinden doğan bu durum tüm dünyada daha da derinleşti. Artık dünyada da para bolluğu tek başına çözüm olmuyor. Likidite akışı daha seçici, güvene dayalı ve sürdürülebilir yapılar arıyor. Bu sebeple zaten 2010’lu yıllardan sonra küresel barış da bozuldu. Filistin-İsrail gerilimi, Rusya-Ukrayna savaşı, ABD’nin gümrük duvarları, Çin ile ticaret savaşları gibi gelişmeler; dünyanın artık eski dengelerle yönetilemediğinin en somut göstergeleri.

YENİDEN BAŞLAMAK MÜMKÜN MÜ? BEDELLER VE TERCİHLER

Peki bugün yeniden o başarıyı yakalayabilir miyiz? Elbette. Ancak unutmamamız gereken şu: Enflasyonla mücadele kolay değil ve elbette bedelleri olacak. Sayın Derviş’in uyguladığı döviz çıpası politikası, kısa vadede bazı maliyetler doğurmuştu; örneğin 2000’li yıllarda gecelik faizlerin yüzde 7500’e ulaşması ya da bazı bankaların iflası gibi ancak bu bedellerin sonucunda enflasyon dizginlenebilmişti. Bugün ise Türkiye, faiz artırımlarına rağmen bankacılık sisteminde bir problem yaşanmadı ancak böyle mi olmalıydı?

ABD’de pandemiden hemen sonra faiz artışları nedeniyle bazı bankalar batarken, bizde hiçbir banka batmadı ne hikmetse. Ancak birçok küçük ve orta ölçekli şirket ise 2025’i göremedi. Bu durum aslında hükümetimizin tercihlerinin nelerden yana olduğunu; kriz yükünün kimin sırtına yüklendiğini açıkca gösteriyor. Elbette hiçbir kurum batmasın, hiçbir vatandaş zarar görmesin isteriz. Ancak krizlerin yükü adil biçimde paylaşılmazsa, sürdürülebilir bir ekonomik denge sağlamak da zorlaşır.

Bu sebeple, hükümetin krizin faturasını doğrudan halkın omuzlarına yüklemek yerine; enflasyonla mücadelede öncelikle şirketlerin ve kamu kurumlarının daha etkili adımlar attığı, sorumluluk üstlendiği ve gerekli bedelleri ödemekten kaçınmadığı bir senaryoyu denemesi gerekiyor.