Ne melek ne meczup: Sadece insan

Hasibe Boztepe

Hasibe Boztepe

Tüm Yazıları

Toplumun engellilikle kurduğu ilişki hâlâ iki uç arasında gidip geliyor. Ya göklere çıkarılıyoruz, ya da yere indiriliyoruz. Ya “Senin gibi insanlara hayranım” deniyor, ya da “Allah yardımcın olsun” bakışlarıyla karşılaşıyoruz. Arası yok. Oysa biz ne olağanüstü birer kahramanız, ne de acınası birer figür. Sadece insanız. Farklıyız, evet. Ama bu fark, bir eksiklik değil; sadece başka bir biçim.

Bu uçlardan biri de “sevap kaynağı” olarak görülmek. Yardım etmek isteyenin niyeti çoğu zaman iyi, ama yaklaşım sorunlu. Çünkü yardım, eşitlikten değil, üstünlükten doğuyorsa, adı yardım değil, gösteridir. Bir keresinde otobüste ayakta duruyordum. Genç bir kadın yer verdi, teşekkür ettim. Oturdum. Ardından yanındaki arkadaşına dönüp “Bak, sevap işledik,” dedi. O an düşündüm: Ben bir insan mıyım, yoksa bir puan toplama aracı mı? Yardım etmek güzel bir şeydir, ama yardım edilenin de bir onuru, bir kişiliği olduğunu unutmadan.

Bir başka uçta ise kahramanlaştırılmak var. Bu da en az acıma kadar yorucu. Geçen yıl bir panelde konuşmacıydım. Konu: “Engelleri Aşmak.” Daha sahneye çıkmadan sunucu beni tanıttı: “İşte karşınızda, karanlıkta bile yolunu bulan bir ışık!” Sahneye çıkarken bir an durup düşündüm, “Acaba ben mi geldim, yoksa Gandalf mı?” Konuşmam boyunca ne anlattığım değil, nasıl ‘dayandığım’ konuşuldu. Oysa ben sadece sabah kalkıp kahvaltımı yapmış, sonra da panele gelmiştim. Ama bastonum, anlatılan hikâyeye sihirli bir dokunuş katmıştı. Sanki baston değil, Excalibur.

Özünde kötü bir niyet taşımasa da alt yazısında yok sayma, görmezden gelme, çocuklaştırma, bakıma muhtaçmış gibi görme tutumlarını içeren “emanetçi” bakış vardır ki… bu bakış biz engellileri çoğu zaman taşıdığımız kimliklerden ve ortamdan soyutlar. Yanımızdaki eşlikçiyi anne-baba- eş, dost, arkadaş sıfatlarından soyup “sahip” hüviyetine büründürür. Şöyle ki: bir restorana gittiğimizde ne yemek istediğimizi direk bize değil de yanımızdakine “o ne yer, çayını nasıl içer?” diye sorar. Ona göre biz yanımızdakinin biri uzantısı gibiyizdir. Oysa ne emanetiz, ne uzantıyız. Herkes gibi sıradanız, insanız ve varız.

Üstenci bakış ise daha sessiz ama daha derin. Genellikle iyi niyetle başlar ama farkında olmadan kişiyi küçültür. Bir gün bir banka şubesinde işlem yapıyorum. Görevli, evrakları uzatırken yavaş konuşmaya başladı. “Şimdi… bu… formu… dolduracağız… tamam mı?” dedim ki, “Merak etmeyin, ben görmüyorum ama IQ’m hâlâ yerinde.” Gülümsedi ama hâlâ anlamamıştı. Çünkü onun gözünde ben, kendi işini halledemeyecek kadar ‘eksik’tim. Oysa eksik olan, onun bakışıydı.

Bu yazıyı okuyan ve “Ben öyle düşünmüyorum” diyenler varsa, ne mutlu. Çünkü gerçekten eşitlikçi bir bakışa sahip olan insanlar da var. Bastonumu görünce yolunu değiştirmeyen, ama gerektiğinde “yardım edebilir miyim?” diye soran… Gözümün içine bakarak konuşan, ses tonunu değiştirmeyen, beni “normal” bir birey gibi gören insanlar… Onlar bu toplumun sessiz kahramanları. Çünkü farkında olmadan en büyük farkı onlar yaratıyor.

Engelli olmak, sadece fiziksel bir fark. Ama bu farkı büyüten, anlamını çarpıtan, üzerine türlü anlamlar giydiren bir bakış açısı var. Oysa biz, sadece yaşamak istiyoruz. Ne alkışa, ne de ah vahlara ihtiyacımız var. Sadece eşit bir bakışa. Gerisi zaten olur.

Ve unutmayın: Görmek yetmez, görmekle birlikte anlamak gerekir. Çünkü bazen en büyük engel, gözde değil, bakıştadır.