Takkeyi önümüze koyma zamanı

Nihat Kaşıkcı

Nihat Kaşıkcı

Tüm Yazıları

Anlaşıldı; Siyonaziler, dünyayı ateşe atmaktan çekinmeyecek kadar çıldırmış. Şımarmış ve azmış da diyebilirsiniz.

Geride kalan 4 günlük vahşetin bilançosu, İran bakımından oldukça ağır. İsrail için de hiçbir şey güllük gülistanlık değil.

Her iki ülkenin karşılıklı hava unsurlarıyla sürdürdüğü saldırılar, her an yeni ve ağır sonuçları ortaya koyuyor.

Gelişmelerin peşinden yetişmek mümkün olmasa bile, kısa bir durum tespiti yapabiliriz:

İsrail, dünya kamuoyuna yapılan propagandalardaki kadar güçlü ve korunaklı bir ülke değilmiş. Arkasındaki ABD ve Avrupa ülkeleri desteği olmasa, şu anki kuduz köpek rollerini oynaması pek mümkün olmayacak. Yere göğe sığdıramadıkları ‘Demir Kubbe’ hava savunma sisteminin de aslında kocaman bir fiyasko olduğu anlaşıldı.

İran’ın ‘varsayılan’ gücünün de, kendi abartıları kadar büyük olmasa da hafife alınamayacak bir düzeyde olduğu da görülüyor. Aradaki uzun mesafeye rağmen, elindeki füzelerle İsrail’in Tel Aviv ve Hayfa başta olmak üzere, birçok kentini balistik füzelerle vurmayı başardı.

SAVAŞ SUÇU VE GAFLET

Savaşın ‘meşru’ kabul edilebilecek hamleleri, bir yere kadar anlaşılabilir olsa da, İsrail’in, İran’ın komuta kademesi ve bilim insanlarına karşı düzenlediği suikastlar, hiçbir şekilde savaş hukukuyla tevil edilemez.

İsrail’in bu noktada yaptığı saldırılar tam olarak birer cinayettir. Mesele bu bağlamda ağır bir savaş suçudur.

Burada vahim olan en önemli husus, İran’ın, yaşanan bunca gerilim ve taktik hamlelere rağmen, İsrail’in bu ağır cinayetleri karşısındaki gafletidir. Anlaşılıyor ki, Mossad ajanları, İran’ın ciğerlerine kadar nüfuz etmiş. Genelkurmay Başkanı ve Devrim Muhafızları Komutanı gibi, korumada birinci sırada olan/olması gereken çok önemli kişilerin, hem de bir gecede nokta suikastlarla öldürülmesi, yaşanan gafletin derinliğini göstermektedir.

Maalesef İran, İsrail’in casusluk çalışmaları karşısında tam anlamıyla uyumuştur. Gelinen noktada, Dini Lider Ali Hamaney ve Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan dâhil, hiçbir İran liderinin can güvenliğinden emin olunamaz.

KOMŞU ÜLKELER KULLANILDI MI?

Vahim ötesi bir durum söz konusu. İsrail’in, İran gibi ‘çok sıkı bir ülke’ içinde, bir anlamda ‘dron üssü’ kurmuş olduğunu konuşuyoruz. Bu nasıl olabilir? İran’a giden sıradan turistler dahi, Devrim Muhafızları ve İrşat Bakanlığı elemanları tarafından takip ve gözetim altında tutuluyor. Bunu bizzat yaşamış ve birkaç kez gözaltına alınıp sorgulanmış biri kimliğiyle söylüyorum.

Her şeyin sıkı denetim ve gözetim altında tutulduğu bir ülkede, düşman unsurlar nasıl gelip de askerî bir yapılanma oluşturabilir? Gaflet midir? Yoksa ihanet mi?

Üzerinde kimsenin durmadığı bir başka husus daha var: İsrail’in ilk günkü saldırılarının, 200 uçakla yapıldığı iddia edildi. Eğer bu iddiayı doğru kabul edersek, İsrail topraklarından kalkan 200 uçağın, binlerce kilometrelik mesafeyi aşıp, İran’ın derinlikleri de dâhil birçok hedefi nasıl vurabildikleri ve üslerine nasıl dönebildikleri, sorgulanması gereken bir durumdur. Birkaç saatlik bir saldırı sırasında, 200 uçağa havada yakıt ikmali yapılması gibi bir iddia, şehir efsanesinden öteye gitmez.

O halde ne? Anılan İsrail uçakları, kendi ülkesinden değil de İran’a daha yakın noktalardan havalanmış olabilir mi? Mesela Irak… Veya Birleşik Arap Emirlikleri… Yahut Suudi Arabistan… Olmadı, ABD uçak gemileri…

İHANET KOKULARI

Nereden bakılsa, havada ağır ihanet kokuları var. Üzücüdür ki, ABD-İsrail-Avrupa bloğu, ‘Müslüman ülkeler’ dediğimiz coğrafyayı esir almış durumda. Gazze’ye insanî yardım sağlama duyarlılığıyla Kuzey Afrika ülkeleri boyunca harekete geçen Mağrip Konvoyunun, Mısır tarafından engellenmesi, hatta aktivistlerin kötü muameleye tabi tutulması ‘acı gerçeğini’ de bu ihanet silsilesine ekleyin.

Tarih boyunca Müslüman ülkeler büyük gafletler yaşadı. Bu yüzden milyonlarca Müslüman, haksız yere hayattan koparıldı. Coğrafyamız tarumar edildi. Fakat tarihin hiçbir döneminde bunca gaflet ve ihanet görülmedi.

Türkiye, İslam ülkelerini uyandırmak için senelerdir çırpınıyor. Sadece son 20 senenin büyük çabaları değil söz konusu olan. Hatırlayınız… Merhum Başbakan Necmettin Erbakan, İslam ülkelerini uyandırmak ve bir araya getirmek için D8 Projesini ortaya koymuştu. Karşılığı, Kaddafi’nin çadırında saygısızlık yaşamak oldu.

Daha da gerilere gidip, Bağdat Paktı (1955) ve Sadabat Paktı (1937) gibi girişimler de Müslüman coğrafyayı uyandıramadı.

Temel sorunumuz şudur: Müslüman nüfuslu ülkelerin büyük çoğunluğundaki yönetimler, o ülkelerdeki halkların iradesine dayanmıyor. Acı gerçek; anılan ülkelerdeki demokrasi dışı yönetimlerin, iktidarlarını Batılı emperyalistlere borçlu olmalarıdır.

YA İSTİKLAL, YA ÖLÜM!

Merhum Başbakan Erbakan’ın, Libya’da Kaddafi’nin çadırında uğradığı saygısızlığın temel nedeni burada aranmalı. Müslüman halklar ne ölçüde ‘birlik’ olmayı istiyorsa; ülkelerin yönetimindekiler de o ölçüde buna karşı çıkıyor. Sebebi basit: Halkın iradesi hâkim olursa, tamamı iktidarlarını kaybedecek.

Müslüman dünyanın maruz kaldığı gaflet ve ihanetler çok derin. Bu noktada Türkiye’nin samimi çabaları fevkalade değerlidir. Kısa vadede sonuç beklemek gerçekçi olmasa da bu çabaların uzun vadede önemli neticeler doğuracağını söylemek yanlış olmaz.

İsrail’in İran’a yaptığı ahlâksız saldırılar, coğrafyamızın, içi boş tehdit ve propaganda laflarıyla korunamayacağını, pahalı bir şekilde öğretti.

İran bakımından bir diğer anlaşılması zor durum da, var olan gücünü ve kapasitesini tam olarak kullanmak yerine saldırılara karşılık vermiş olma mantığıyla hareket etmesidir.

Bu tavır, ABD ve diğer Siyonist destekçilerinin aleni saldırılarından endişeye bağlanabilir. Öyle bile olsa, gelinen nokta ‘Ya istiklal, ya ölüm!’ noktasıdır. İsrail terör örgütüyle, ‘sahibinden duyulan korkunun gölgesinde’ baş edilemez.

Evet, başta İran olmak üzere, coğrafyadaki tüm Müslüman ülkelerin, takkeyi önüne koyup derin derin düşünme vakti çoktan gelmiştir.