Memleketten notlar-3

Nihat Kaşıkcı

Nihat Kaşıkcı

Tüm Yazıları

Bir önceki ‘Memleketten notlar’ başlıklı yazımda, Doğu ve Güneydoğu gezimin Siverek bölümüne kadar notlarımı aktarmıştım. Elbette köşe yazısına sığdırılan anlatım, kitap hacmindeki gezi notları kadar ayrıntı içeremez. O yüzden; gözlem, tespit ve yorumlarımı, olabildiğince özetlemeye çalışıyorum.

Konakladığım Siverek’ten sonra, menzilimde Menzil vardı.

Yol üzerindeki Nissibi Köprüsü, Siverek ile Kâhta arasında, Atatürk Barajı’nın buralara kadar uzanan göleti üzerine kurulmuş, ‘gergin eğik askılı’ bir köprü… Yapımına 2012’de başlanan köprü, 21 Mayıs 2015’te Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından hizmete açılmıştı.

İstanbul ve Çanakkale’deki köprüler kadar olmasa bile, 610 metre uzunluğuyla, hayli gösterişli bir asma köprü…

Türkiye’deki dinî içerikli toplumsal yapıların muhtemelen en yaygını olan Menzil’in tasavvuf silsilesi, Buhara’da metfun bulunan büyük Türk mutasavvıfı, Bahaeddin Nakşibend Hazretlerine dayandırılıyor.

Türkiye, maalesef bir FETÖ dönemi yaşadı. Dinî görünümlü olmakla birlikte ABD-İsrail eksenli bir terör/istihbarat yapılanması olduğu 15 Temmuz 2016’deki darbe girişimiyle tam olarak tescillenen FETÖ terör örgütü yüzünden, insanlarımızda, tarikat ve cemaatlere karşı ciddi bir kuşku uyandığı malûm.

DİNİ YAPILARA MUHTELİF BAKIŞ AÇILARI

Nitekim Menzil olarak bilinen yapı da bu derin kuşkudan nasibini alıyor. Gerek mekân olarak, gerekse cemaat/tarikat yapılanması bağlamında Menzil’le ilgili çok uzun yazılar yazılabilir.

Ki, bilhassa ‘içerik’ üzerine yazılacaklar, nihayetinde 24 saati bulmayan bir ziyaret süresindeki bilgi ve gözlemlere dayandırılamaz. Daha uzun, daha kapsamlı ve daha ayrıntılı temaslar, söyleşiler ve gözlemler gerektirir, yapılacak değerlendirmeler.

Dinî içerikli yapılara olan bakış, genellikle 3 farklı gözle oluyor:

Batılılar: Batı merkezli bilim ve kültür adamlarının sergilediği Oryantalist bakış, Müslümanca olan şeyleri, ‘dışlayan/soyutlayan/ötekileştiren/yargılayan’ nazarlar yorumluyor. Buna, Hıristiyanca bir bakış açısı diyelim.

Batıcılar: yani Müslüman toplum içinde yaşayıp da kendisini Batı medeniyetine (ki, Batı bir medeniyet değildir) ait hissedenler, İslamî grup ve yapılara, çoğu zaman katı ve acımasız eleştirellikle yaklaşıyor. O bakış açısı, Müslümanlığın ‘ferdi aşan’ ve ‘toplumsal nitelik taşıyan’ tüm anlayış ve yapılanmalarını, kendi yaşam tarzlarına dönük bir potansiyel tehdit olarak görüyor. Dolayısıyla, ‘laiklik’ temelli değerlendirmeleri, ‘ilericilik/gericilik’ sığlığıyla malul bulunuyor.

Müntesipler: Üçüncü bakış açısı ise; ‘mensubiyet’, ‘teslimiyet’ ve ‘sınırsız müsamaha’ nazarına dayanıyor. Bu bakış, cemaat/tarikatı tamamen içselleştirip, eleştirilemez bir noktadan ele alıyor. Hal böyle olunca, mesele, ifrat ile tefrit arasında gidip gelen bir sarkaç mantığıyla değerlendiriliyor.

BAĞIMSIZ VE NESNEL BİR GÖZLE BAKARSAK

Her üç noktayı nazar da, ele alınan cemaat/tarikat hakkında tarafsız ve güvenilir veri sunmuyor.

Burada akla şu soru gelecektir: Peki, bu satırları yazan hangi noktadan bakıyor bu tarz meselelere?

Şöyle diyelim: Bağımsız, bağlantısız ve yaşayan hiçbir ‘ulu kişiye’ hayranlık duymayanİlmî değil fakat kültürel düzeyde hazmedilmiş Kuran ve Sünnet bilgileri ışığında... Olabildiğince tarafsız, fakat aynı zamanda mensubu olduğu inancın temel değerlerine saygıyı ihmal etmeyen bir nazar… Bakmaya çalıştığımız ‘açı’ burası…

Hal böyle de, bir köşe yazısının birkaç paragrafında, önemli bir dinî yapılanma hakkında ne kadar gözlem ve tespit aktarılabilir ki? Eh, bu da haklı bir soru.

Bu konuya dair ileride müstakil değerlendirme yazıları yazmayı umarak, Menzil’de dikkatimizi çeken birkaç hususu kısaca özetlemeye çalışalım:

Menzil’de, her şeyden önce, çok iyi düşünülmüş bir mimarî yapılanma dikkati çekiyor. Sadece dergâh yapıları değil; aynı zamanda kasabanın bütününde, özenli, karakteristik ve derli toplu bir mimarî var.

Devletimiz, buraya gelip gidenlerin çokluğunu ve mekânın önemini dikkate almış olmalı ki, Siverek-Kâhta anayolundan ayrıldıktan sonraki 16 kilometrelik Menzil yolu da bölünmüş ve toplamda 4 şeritli olarak yapılıp, kaymak gibi asfaltlanmış. Darısı Orta Anadolu’nun gariban il ve ilçelerinin başına…

ÇAĞDAŞ BİR DERGÂH MİMARÎSİ

Evet, Menzil Dergâhı; muhtemelen işini bilen şehir plancıları, dergâh ve tasavvufun tarihini ve mantığını iyi bilen bazı uzmanlar, işinin ehli mimarlar ve nihayetinde dergâhın bugünkü ve gelecekteki ihtiyaçlarını bilen ‘işin sahipleri’ tarafından özenle planlanıp, projelendirilmiş.

Taç kapı girişi, meydan, cami, cami altındaki tuvalet, banyo ve şadırvanlar, yüzlerce kişilik kalabalık konaklamalar dikkate alınarak tasarlanmış ‘toplu yatakhane’, binlerce kişinin aynı anda namaz kılabildiği büyük ve gösterişli cami, onun yakınındaki -muhtemelen post sahipleri ve ailelerinin konakladığı- büyükçe bir konak, Türkiye’nin dört bir yanından gelen konukların yeme-içme ve alışveriş ihtiyaçlarına cevap verebilecek büyüklükte kocaman bir çarşı, hemen bitişiğinde büyükçe bir taziye evi ve gençlik kültür merkezi, binanın alt katında yüzlerce kişinin aynı anda yemek yiyebildiği ‘çorba evi’, dergâha hizmet eden merhumların defnedildiği hazire ve hemen yanındaki ‘Merkez’ diye anılan, minaresiz fakat kubbeli mekân, hemen yanıbaşında da resmî adı ‘Kuran Kursu’ olan dergâh medresesi

Evet, gerçekten iyi tasarlanmış, çağdaş bir dergâhtan, bir külliyeden söz ediyoruz.

ELEŞTİRİ HAKKI

Fazla derine inmeden, şahsen tuhaf karşıladığım birkaç noktayı da, eleştiri hakkı olarak not edeyim:

Çarşıdaki ticarî alanlardaki fiyatlar, piyasadaki emsallerinden pahalı… Konuştuğum bir esnaf, bu fiyat farkını, kiraların yüksekliğiyle açıkladı.

Ziyaretçiler ve dergâhın mukimleri, ‘Sultan’ olarak isimlendirdikleri şeyh efendiye, çok abartılı bir saygıda bulunuyor. Sahabelerin Peygamberimiz Hazreti Muhammed’e göstermediği ölçekteki tazim, buradaki post sahibine karşı sergileniyor. Eleştirel bir üslupla sorduğum bir müntesip, bu aşırı tazimi; bir önceki şeyh merhum Abdülbaki Elhüseyni’nin 2 yıl önceki vefatından sonra ‘evlat-halifeler’ arasında yaşanan ayrışmanın etkisiyle yaşanan ‘geçici bir durum’ olduğunu iddia etti. Bana pek öyle gelmiyor.

Bu arada, ayaküstü sohbet fırsatı bulduğum bir müntesip; müritlerin yüzde 97-98 kadarının, evlat-halifelerin büyüğü olan Muhammed Saki Efendi’ye biat ettiğini anlattı. Diğer kardeşleri sorduğumda ise, ‘onların yok hükmünde olduğunu’ söyledi. Elbette tasavvufun genel karakteristiğiyle bağdaşmayan bir ‘miras paylaşımı’ sözkonusu. Daha fazlasını dillendirmeyelim.

İkindi namazı sonrasındaki ‘Hatme Duası’ öncesinde, ‘tövbe vermemiş’ olanların, yani oradaki şeyh efendiye biat etmemiş şahısların camiyi terk etmesi söylendi. İlkinde, acaba yanlış mı anladım diye ağırdan aldım. Fakat ‘talimat’ tekrarlanınca, kovulmuşluk hissi içinde camiyi terk ettim.

Hatme Duasını araştırdığımda, bizim gibi müntesip olmayanlardan saklanacak bir tarafı olmadığını gördüm.

Nihayetinde; Peygamberimize, sahabelere, Nakşibendiyenin kurucusu Bahaeddin Nakşibend Hazretlerinden bugüne kadar gelen silsileyi âliyeye yapılan bir dua…

Elbette yüzlerce insanın yer aldığı bir toplantıda, ‘sır’ sayılabilecek bir şeylerin paylaşılmayacağı da aşikâr. Dolayısıyla bu ‘kovulma’ konusuna bir anlam veremedim.

Paylaşmak istediğim bir eleştiri de, ‘çorba evinde’, yaygın şekildeki ‘her tencereye banma’ gibi tuhaf ve nahoş uygulamaya dair…

Mekânda her bir minik masanın etrafında 5 tabure olmasına ve aynı tencere/tepsiden yenmesine rağmen, bir tencereye yemek sonuna kadar kaşık daldıran sayısı 20-25’i buluyor.

Konunun genel sağlığa ve sünnetteki tavsiyelere aykırı olduğunu ilettiğim ‘müntesip’, dergâh büyüklerinin bu yönde bir telkini olmamasına rağmen, ziyaretçilerin ‘bereket ve pozitif enerji umarak’, salondaki her tencereye kaşık sallama hissiyatında olduğunu anlattı. Elbette benim için tatmin edici bir izah olmadı.

NEMRUT’A TIRMANMAK ÇOK ZOR

Menzil’den sonraki hedefim Nemrut Dağı oldu. Kâhta’ya bağlı Narince adındaki küçük ama hoş kasabadan Kuzeye döndükten sonra, 27 kilometrelik bir yolculukla ulaşılıyor, Nemrut Dağı’nın müze bölgesine.

Yolun 12. kilometresinde, Hazreti Üzeyir Peygambere atfedilen gösterişli bir cami ve cami içindeki, anılan peygambere ait olduğu iddia edilen türbe bulunuyor.

Türbeden sonra Nemrut’a doğru başlayan tırmanış, bir gelenin bir daha gelme konusunda kararsız kalacağı kadar dik ve zorlu… Buna, arabamın arkasındaki römorku da ekleyin… 15 kilometrelik tırmanış, iyi bir şoförlüğü gerektiriyor.

Henüz dağın zirvesine varmadan, sizi karşılayan idarî binayı selamlıyor, oradan giriş biletlerini alıyorsunuz. Sonra yaklaşık bin metre daha yokuş çıkıp, araçla gidilebilecek son noktaya ulaşıyorsunuz.

Sonrası ise, yaşı ortayı geçmiş olanların bir hayli zorlanacağı bir tırmanış… Saymadım, lakin oraya tırmanan yerli turistlerin kendi aralarındaki konuşmalardan, en az 500 basamaklı bir merdiven tırmanışı olduğunu işittim.

Nemrut Dağı zirvesindeki Yunan ve Pers mitolojisine ait ‘tanrıların’ heykelleri, bölgede antik dönemde hüküm süren Kommagene Krallığı döneminde, Kral Birinci Antiochos tarafından, dağ zirvesinin Kuzeydoğu ve Güneybatısına, 2 ayrı grup halinde, Milattan önce 62 yılında yaptırılmış. Her iki heykeller grubunun arasında yükselen tümülüste, Atiochos’un kabrinin yer aldığı belirtiliyor.

ZİRVEDEN MUHTEŞEM MANZARALAR

1881’de Alman mühendis Karl Sester tarafından Nemrut’ta başlatılan kazı çalışmaları, ilerleyen zamanlarda da devam etmiş.

1987’de UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesine alınan bölge, 1988’de Nemrut Dağı Millî Parkı adı altında korumaya alındı.

Tümülüsün her iki yanındaki Doğu ve Batı Teraslarından etrafa bakıldığında, muhtemelen 100 kilometreye varan uzaklıktaki doğal yapıyı gözlemlemek mümkün. Hatta Atatürk Barajı gölünün bölgeye olan uzantısı da ayaklarınızın altında gibi… Ne de olsa bu zirvenin rakımı 2.150 metre…

Nemrut’taki eserleri anlatmak, bu yazının sınırlarını aşar. Sadece şu tespitimi paylaşmak isterim: Yaya olarak tırmanılan çok dik ve zorlu zirveye, teleferik veya telesiyej sistemi kurulmasında yarar var. Hadi biz bir kere tırmandık da turist rehberleri muhtemelen her hafta tırmanmak zorunda kalıyor. Eh, onları da düşünmek lazım…

Nemrut’un inişi, benim için tırmanıştan daha zor oldu. Arkadaki römorkun bastırmasıyla, düşük vites tedbiri tam olarak işe yaramıyor; sık ve uzun süreli fren yapmak gerekiyor. Nitekim dik yokuşların bitiminde, fren balatalarından yanık kokuları geliyordu ve fren diskleri de dokunulamayacak kadar ısınmıştı.

Bir sonraki yazıda, bölgedeki seyahatime dair gözlemlerimi, Terörsüz Türkiye bağlamında aktarmaya çalışacağım.