Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay: "Eğitim artık sadece imtiyazlı kesimin erişebildiği bir fırsat olmuş!"
Eğitim İş Genel Başkanı Kadem Özbay, iktidarın eğitim politikalarını eleştirdi. Özbay, “Eğitim, ülkemizde ne yazık ki sadece ayrıcalıklı bir kesimin erişebildiği bir hak haline gelmiştir. Dezavantajlı gruplar için fırsat eşitliği tamamen ortadan kalkmıştır” dedi.
Eğitim ve Bilim İşgörenleri Sendikası (Eğitim-İş) Genel Başkanı Kadem Özbay, Millî Eğitim Bakanlığı verilerine göre, yaklaşık 2 milyon çocuğun eğitimden mahrum kaldığını söyledi. Özbay, “Eğitim, ülkemizde ne yazık ki, sadece ayrıcalıklı bir kesimin erişebildiği bir hak haline gelmiştir. Dezavantajlı gruplar için fırsat eşitliği tamamen ortadan kalkmıştır” dedi.
Türkiye'deki eğitim sisteminin geldiği durumu ve karşılaşılan zorlukları Yeni Ankara muhabirine değerlendiren Özbay, şöyle konuştu:
“EĞİTİME ERİŞİM AÇISINDAN CİDDİ BİR EŞİTSİZLİK VAR”
Eğitim, ülkemizde ne yazık ki; sadece ayrıcalıklı bir kesimin erişebildiği bir hak haline gelmiştir. Dezavantajlı gruplar için fırsat eşitliği tamamen ortadan kalkmıştır. Eğitime erişim konusunda çok ciddi sorunlar yaşanıyor; MEB kayıtlarına göre 612 bin 814 çocuk okul dışında kalmıştır. Buna Mesleki Eğitim Merkezleri'ne (MESEM) ve 18 yaş altı açık öğretim programlarına kaydedilen çocuklar ile yurt dışından, özellikle Suriye'den gelen çocuklar da eklendiğinde, okul dışında kalan çocuk sayısı yaklaşık 2 milyona ulaşıyor. Ayrıca, birçok çocuk yoksulluk nedeniyle mevsimlik işçi olarak çalışmak zorunda. Bu nedenle de eğitim-öğretim döneminin büyük bir kısmında okula devam edemediğini ve devamsızlık sorunu yaşadığını da dikkate aldığımızda, eğitime erişim açısından ciddi bir eşitsizlik bulunduğu ortaya çıkıyor. Eğitime erişebilen çocuklar ise, eğitim ortamlarındaki fiziki ve materyal yetersizliklerin yanı sıra en temel insani ihtiyaçlardan biri olan beslenme ihtiyaçlarının karşılanmaması nedeniyle motivasyon kaybı yaşamakta; bu da onların fiziksel ve duygusal gelişimlerini olumsuz etkilemektedir.

“ÖZEL OKUL UYGULAMASI OLMAMASI GEREKİR"
Anayasada devlete verilen bir sorumluluk ve yükümlülük vardır. O da eğitim hakkını sağlamak. Devlet, vatandaşlarından vergi alarak eğitim, sağlık ve güvenlik gibi temel insani hakları sağlamakla yükümlüdür. Ancak, bunu yerine getirmediği gibi, eğitimi bir ayrıcalık haline getiren bir zihniyetle karşı karşıyayız. 'Paran kadar eğitim alırsın' anlayışı, eğitimi bir metaya dönüştüren bir yaklaşım haline gelmiştir. AK Parti iktidara geldiğinde yüzde 1 olan özel okul oranı bugün yüzde 20'lere çıkmış, 15 bini bulan özel okul sayısı ve bu okullar arasında tekelleşme yaşanmaktadır. İnsanlar, milyonlarca lira ödeyerek eğitim alıyor. Soru çok basit: Bu ülkenin bir vatandaşı olarak, anayasal güvence altında olan temel hakkını insanlar neden almak için para vermek zorunda kalsın? Eğitim, devletin temel bir sorunu olmalı ve kamusal bir sorumluluk olarak görülmelidir. Özel okul uygulamasının olmaması gerekir. Ancak bir tüccar zihniyetiyle ülke yönetildiği için, vatandaşlar yerine herkes müşteri olarak görülüyor.
“DEVLET OKULLARI FİZİKEN YETERSİZ BIRAKILDI"
Temel hakkını almak için bile ekonomik olarak maddi bir yükün altına sokulmuş durumda. Bu nedenle, özel okul uygulamasının son bulup eğitim hakkının kamusal bir hizmet olarak devlet tarafından sağlanması gerekir. Ayrıca, bir siyasi iktidarın ya da siyasi partinin en önemli göstergelerinden biri, toplumun geleceği açısından eğitime yaptığı yatırımlarla ölçülür. Eğer eğitimde özelleşme bu kadar artmış ve devlet okullarında bile yükler öğrencilerin sırtına binmişse, bu, eğitimi ve ülkenin geleceğini düşünmeyen bir siyasi iradeyle karşı karşıya olduğumuzu gösterir. Devlet okulları fiziken yetersiz bırakıldığı için, laik, bilimsel ve çağdaş eğitim, okul dışına itilmiş; sanat, spor, felsefe gibi dersler okul dışında kalmıştır. Ayrıca, en değerli varlıkları olan çocuklar için ek ücretler ödenerek, ekonomik koşulları zorlanarak, insanlar özel okullara yönlendirilmiş ve adeta mahkûm bırakılmıştır. Bu da siyasi iktidarın, tüccar zihniyetini dinselleştirme politikasının yanında, aslında eğitimde piyasalaştırma zihniyetinin bir göstergesidir.
“ÖĞRETMENLİK MESLEĞİNİN İTİBARI ZEDELENDİ”
Devlet okullarının bile artık adeta özel okul statüsüne dönüştüğünü ve okulların ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için bulundukları bölgedeki velilerin ekonomik desteğine ihtiyaç duyulduğunu görüyoruz. Ne yazık ki, bu durum eğitimdeki eşitsizliğin daha da derinleşmesine neden olmaktadır. MEB’in uygulamaları sonucunda laik, bilimsel ve çağdaş eğitimden uzaklaşıldığını gözlemliyoruz. Bilimden uzaklaşan bir toplum ise yoksulluğa mahkûm olmakta ve gelişme imkanı bulamamaktadır. Başöğretmenimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün de belirttiği gibi, bir toplumun uygarlık düzeyi öğretmene verdiği değerle ölçülür; ancak bugün gelinen noktada öğretmenlik mesleğinin hem toplumsal saygınlığı zedelenmiş hem de ekonomik açıdan ciddi bir yıpranma yaşanmıştır. Öğretmenlerimiz, temel insani ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanmakta, bu da mesleki motivasyonlarını olumsuz etkilemektedir. Ayrıca, 1 milyona yakın atama bekleyen öğretmenin varlığı, mesleğin güvencesiz hale gelmesiyle birleşince, öğretmenlik artık cazip bir meslek olmaktan uzaklaşmıştır. MEB’in, pedagojik formasyonu ve mesleki yeterliliği bulunmayan kişileri çeşitli protokollerle okullara dahil etmesi ise öğretmenlik mesleğinin itibarını daha da zedelemiştir.

“EĞİTİMDE YARIŞ DEĞİL, BİRLİKTELİK ESAS OLMALI"
Geleceğin mimarı dediğimiz öğretmenleri kendi içinde ayrıştırıyoruz; bugün devlette görev yapan öğretmenler aynı işi yapmalarına rağmen ücretli, sözleşmeli, kadrolu, uzman ve başöğretmen gibi beş farklı statüde çalışmaktadır. Bu durum, eğitimde ve çalışma hayatında barışın sağlanmasını imkânsız hâle getiriyor ve öğretmenlerin motivasyonunu, mesleki uyumunu ciddi şekilde zedeliyor. Aynı görev ve sorumluluğa sahip öğretmenlerin farklı ünvanlara, ücretlere ve kadro güvencelerine sahip olması, eğitimin kolektif doğasına aykırıdır; çünkü eğitimde yarış değil, birliktelik esas olmalıdır. Öte yandan, bugün devlette görev yapan öğretmen sayısı kadar dışarıda atama bekleyen öğretmen olması geleceğimiz açısından büyük bir sorun teşkil etmektedir. Bu tablo, öğretmenliğin mesleki itibarını zedelemekte ve öğretmeni adeta mesleksizleştirmektedir. Oysa bir devleti devlet yapan en temel özellik, planlama kabiliyetidir. İstihdam planlaması olmayan bir devlet, eğitim sistemini ne kadar şekillendirirse şekillendirsin yurttaşlarına iyi bir gelecek sunamaz. Öğretmenler ise bu plansızlığın en ağır bedelini ödeyen meslek grubudur ve böylesi bir eşitsizlik, geleceğini düşünen hiçbir siyasal anlayış tarafından kabul edilmemelidir.
“ÖĞRETMENLERE CEZAİ HÜKÜMLERLE ADETA SOPA GÖSTERİLİYOR”
Eğer bir meslek kanunundan söz edilecekse, öncelikle o mesleği icra eden öğretmenlerin, öğretmen adaylarının, eğitim fakültelerinin akademisyenlerinin ve eğitim alanında faaliyet gösteren sendikaların görüşleri dikkate alınmalıdır. Bir meslek kanunu, mesleği özendiren, meslek sahibine haklar tanıyan ve mesleğin saygınlığını artıran nitelikler taşımalıdır. Ancak yayımlanan mevcut Öğretmenlik Meslek Kanunu’nda, öğretmenin yalnızca adı vardır; fikri, talebi ve katkısı yoktur. 39 maddeden oluşan ve 18-19 sayfaya sığdırılmış bu kanunda, öğretmenlere birçok yeni görev yüklenmekte, Devlet Memurları Kanunu’nun dışında ek sorumluluklar verilmekte ve cezai hükümlerle adeta öğretmene adeta sopa gösteriliyor. Buna karşılık, haklara dair tek satırlık bir kazanım dahi bulunmamaktadır. Bu durum, öğretmenlik mesleğinin tercih edilebilirliğini ve saygınlığını ortadan kaldırmaktadır. Bu nedenle bir meslek kanunu tartışılacaksa, bu tartışma mesleğin uygulayıcıları ve onların temsilcileriyle yürütülmelidir. Kanunda haklar ön planda olmalı, cezalar ve ilave sorumluluklar değil. Ayrıca, siyasi iktidarın bu meslek kanununu gündeme getirmesindeki asıl nedenin, devlet memurluğu güvencesini ortadan kaldırmak ve öğretmenleri esnek, güvencesiz, her an işten çıkarılabilir bir konuma getirerek itaate zorlamak olduğu da açıkça görülmektedir.
Bu meslek kanunu, öğretmenleri sadece tebliğci ve kurye konumuna indirgeyen bir anlayışı yansıtmaktadır; bu nedenle, öğretmenlik mesleğine yönelik açık bir hakaret ve aynı zamanda bir mobbing kanunudur. Gerçek bir meslek kanunu ancak mesleğin uygulayıcıları, akademisyenleri ve onların örgütlü temsilcileriyle birlikte hazırlanabilir. Bu doğrultuda, öğretmenlerin statüsünü tanımlayan ve geliştiren Öğretmenlik Mesleği Tavsiye Belgesi'ni sürekli gündeme getiriyoruz. Bu belgede meslek kanununun nasıl olması gerektiği açıkça tarif edilmekte ve Türkiye’de de bu çerçevenin dikkate alınması gerektiğini defalarca yetkililere ilettik.

"PISA VE TIMSS GERÇEĞI YANSITIYOR MU?"
Uluslararası ölçeklerde yapılan değerlendirmelerde Türkiye’nin eğitim sıralamasının ne yazık ki oldukça düşük olduğunu ve genellikle son sıralarda yer aldığını görmekteyiz. Zaman zaman bazı alanlarda küçük yükselişler yaşansa da, bu durum kamuoyuna ‘başarı’ olarak yansıtılmakta ve yanıltıcı bir algı oluşturulmaktadır. Özellikle analiz, değerlendirme ve sentez gibi üst düzey bilişsel becerilerin ölçüldüğü alanlarda eğitim sistemimizin niteliğinin oldukça geride kaldığı açıkça görülüyor. Bu nedenle, Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) ve Uluslararası Matematik ve Fen Eğilimleri Araştırması (TIMSS) gibi sınavlar aslında eğitimdeki başarıyı göstermek için yapılır, ancak bize yansıyan şey şu ki, bu sınavlar durum tespiti amacı güderken, okullar belirlendikten sonra özellikle o okuldaki öğrencilere yönelik yoğun ve özel çalışmalar yapıldığını biliyoruz. Bu durum, gerçek tablonun ortaya çıkmasını engellemektedir ve eğer seçilen gruplarda özel bir çalışma yapılmadığını varsayacak olursak, bu sıralamanın daha da geriye düşeceğini öngörüyoruz. Türkiye’de eğitimdeki eşitsizliği ve genel olarak eğitim ortamındaki çoğunluğun başarı düzeyinin düşük olduğunu görmek için, gerçekten kısa ve basit sınavlara da ihtiyaç duymuyoruz.
Devlet okullarını ve hatta apartmanlardan dönüştürülmüş birçok sözde özel okulu gezdiğimizde, büyük bir çoğunluğun eğitim açısından yeterli başarı düzeyine ulaşamadığını görmekteyiz. Öğrencilerin okuduğunu anlama ve analiz etme yeteneklerinin oldukça geride kaldığını, yalnızca çoktan seçmeli sınavlarda doğru işaretleme yaparak belli bir gruptan daha üst kademelere geçebildiği bir sistemle karşı karşıya olduğumuzu gözlemliyoruz.
“BİR OKULUN KAPANMASI BİLE ÜLKENİN GELECEĞİ AÇISINDAN BÜYÜK ZARARDIR”
Okulların eğitim ortamlarının bireysel yararlarının yanı sıra toplumsal yararları da büyüktür. Bu nedenle okul kapanma sayısından bağımsız olarak, aslında siyasi iktidarın o çevreye, kültüre ve topluma bakış açısını yansıtan önemli bir etkendir. 20 bin okulun kapanması ciddi bir rakam olmakla birlikte, köy okullarının kapanmasının ekonomik ve sosyal sebeplerini de göz ardı edemeyiz. Bugün çiftçiyi, üreticiyi ve tarımı bitiren siyasi anlayış, köydeki yaşam alanlarını da yok etmiştir. Okul, çocukların akranlarıyla bir arada olması ve birlikte yaşaması gereken bir ortamdır. Ancak, köy nüfusunun tarım, çiftçilik ve hayvancılık gibi iş alanlarının bitirilmesi sonucu göç etmesi, bugün köydeki okulların kapatılmasını temel anlamıyla yansıtmamaktadır. İktidarın, üretimi dışlayan yaklaşımı, çiftçiyi ve emekçiyi yok sayan tutumu, eğitim ortamlarına da olumsuz şekilde yansımaktadır. Bir okulun kapanması bile bu ülkenin geleceği açısından büyük bir zarardır.
“EĞİTİM TAMAMEN TAŞIMALI HALE GELMİŞ DURUMDA”
Okulların kapanması değil, tam tersine kalabalık sınıfları, ikili eğitimi ve taşımalı eğitimi düşündüğümüzde, yeni okullara, daha fazla okula ve aslında öğrenci sayısından daha az kişiye sahip okul imkanlarına ihtiyacımız vardır. Yani, dört katlı, beş katlı ve binlerce öğrencinin olduğu okullardan değil, çocuğun en yakınındaki okulu sağlamamız gerektiğinden bahsediyorum. En iyi okul, en yakın okul olmalıdır; bu, şehirleşme ve kentleşme açısından da önemli bir politikadır. Bugün siyasetçiler, külliye tarzı büyük okullarla övünüyorlar. Ancak, asıl yapılması gereken şey, her mahalle, köy ve ilçede, o bölgenin tam merkezine, çocukların yürüyerek gidip gelebileceği okullar kurmaktır. Fakat maalesef bu hedeften çok uzaklaşmış durumdayız. Bugün her okulun önünde servis araçları bulunuyor; yani okullarda eğitim tamamen taşımalı hale gelmiş durumda. Köy okullarında da 20 binden fazla taşımalı eğitim uygulanıyor. Öğrenciler, çok erken saatte kalkıp araca binmekte, ardından okula gidip evlerine dönmektedir. Bu süreç, çocukların okul kültürünü tam anlamıyla yaşayamamalarına neden olmaktadır.
Devletin temel bir yükümlülüğü olan eğitim hakkı, eşit ve parasız biçimde sağlanmalıdır. Bilimden ve çağdaşlıktan uzaklaşarak değil; laik, bilimsel, karma ve demokratik ilkelerle, devlet eliyle sunulan kamusal eğitimle bir ülkenin geleceği güvence altına alınabilir.