Kaybolan adalet: Liyakat
Ah be... Kırıcı olmadan nasıl dile getiririm bilmiyorum ama içimi rahatlatan bir durum var: "Hayat devam ediyor ve çok şükür ki iyi insanlar hala bizimle."
Son cümle gibi görünse de aslında bu bir başlangıç.
Gökyüzüne bakıp bir buluta anlam yükleyecek kişisel gelişim süreçlerinden çoktan mezun olduk, elimizde belgemiz, toplumda insan olacak yer arayışımız elbette hep devam ediyor. Bulunca konuşlanacağımız bir deniz kenarı; ya da kırsal metropol hayalimiz de baki elbet.
Bugüne kadar "Tutunduğumuz dalların bir kısmı elimizden kanata kanata ya alındı; ya da onları bırakmak zorunda kaldık, kalanlarla yetinmek de boynumuzun borcu, şükretmek ise Hakk'a olan borcumuz."
Yine de her sabah şehri izlerken, kalabalıkların arasında gördüğüm bir gerçek var. Orada bulunan herkesin bir liyakat sonucu koşuşturduğu gerçeği.
Kimi adil liyakatin vicdani hür çalışanı, kimileri ise (özellikle çoğul) vicdan yoksunu kayırmacılık zincirinin mağdurları...
Peki kim bu emsalsiz ve kendi cumhuriyetini kurmuş ehline teslim edilmemiş makamların sahipleri?
"Bu bir soru, bu bir sesleniş, bu dev bir serzeniş ve maalesef biraz sessiz..."
Bir toplumun ayakta kalmasının en hakiki sonucu ne kadar adalet ise o kadar liyakattir. Liyakatin olmadığı yerde emek çürür ve kifayetsiz muhterislerin söz sahibi olduğu önüne geçilemez bir erozyon olur.
Endişeliyim.
Emek çürüdüğünde, umut söner ve üretim durur. Ekonomi el değiştirir kavram olmaktan çok kişisel bir özgürlüğe dönüşür. Bu özgürlük de bildiğimiz hedeflediğimiz refah seviyesindeki umudu hiç sönmeyen yaşam tarzını baltalar. Yani bildiğimiz özgürlük tanımından çok ötede bir yerde var olur.
Oldu.
Bugün iş dünyasından, kamu kurumlarına kadar geniş bir alanda görüyoruz ki; makamlar çoğu zaman işin ehline teslim edilmiyor. Oysa bir görevi hak eden ile etmeyen arasındaki fark sadece bireyin kaderini değil, toplumun geleceğini de belirliyor. Yeni nesil bu düzenin içinde iş hayatına atılıyor ve doğru olarak bunu görüyor, normali kabul ediyor.
Yıllarca dirsek çürütmüş alın teri dökmüş insanların bir kenara itilmesi, kısa yoldan mevki sahibi hatta güç sahibi olanların ön plana çıkması ya da özel istek üzerine çıkarılmasında hiç hicap duyulmaması da toplumun tüme vararak çökmesinin en hazin nedenlerinden biri oluyor.
Bana kalırsa, liyakat sadece bu sebepten bile varoluş meselesidir.
Ehline teslim edilmeyen makamlar topluma zarar yazıyor.
Bu söylediklerim elbette bir çoğumuza tanıdık. İçinde bulunduğu ehliyetsizlikten önünü göremeyenler için de söyleyelim efendim biz sizleri görüyoruz ama dur diyemeyecek kadar korkunçsunuz ve fazlasınız.
Bir insanın en hayati ihtiyaçlarından biri çalıştığı iş yerinde emeğinin maddi ve manevi karşılığını görmektir. Hatta şöyle söyleyeyim, toplumumuzun çok şükür hala büyük kısmı, değer gördüğü zaman maddiyatı tadım kaçmasın diye ikinci plana koyacak kadar da pamuk kalpli.
Liyakatsizlik iş yerlerinin değil insanın içindeki umudu da kemiriyor.
Yıllarını, hayatının en güzel anlarını işi için feda edip gecesini gündüzüne katmış, kendini geliştirmek için ne gerekiyorsa yapmış bir bireyin, sırf doğru yerde doğru tanıdığı olmadığı için geri planda bırakılması iyileşecek bir yara değil maalesef.
İşte bu, yalnızca bir mesleki haksızlık değil, bir toplumun adalet terazisinin kırılmış olduğunun tespitidir.
"Emek neydi? Emek; riyakarlığa ve liyakatsizliğe verilen bir kurbandı."
Ben bu yükü yıllardır yaşayan taşıyan biri olarak, sadece kendi hikayemi değil aslında bu ülkenin bir gerçeğini yazıyorum. Yetkinliğin değil, torpilin; alın terinin değil, tanıdığın kişilerin konuştuğu bu düzende, yıllarca verilen emekler, bir masanın kenarında unutulmuş bir dosya gibi öylece kalabiliyor. En çok da insanın içini yakan şey, doğru bildiklerin şüphe etmesi.
Oysa liyakat sadece bir yönetim meselesi değil; insanın kendi değerini, toplumun vicdanını ve geleceğin umudunu ayakta tutan çok kuvvetli bir dayanak noktasıdır.
Biz yine de liyakata güvenip asgari de olsa elimizden ne gelirse yapmaya devam edelim. Gönül yaşanmış örnekleri yazmak isterdi ama dedim ya...
Önümüze bakalım...